Bediüzzaman Hazretleri'nin İngilizlere Karşı Korkusuzca Mücadelesi

Bediüzzaman Hazretleri'nin İngilizlere Karşı Korkusuzca Mücadelesi

Bediüzzaman Hazretleri’nin, esaret sonrası dört buçuk senelik İstanbul hayatı devrinde yaptığı en ehemmiyetli hizmetlerinden birisi, İngiliz işgaline karşı korkusuzca mücadele etmesi ve 1920 yılında “Hutuvât-ı Sitte” isminde kısa bir eser yazarak İngilizler’in dessas propagandalarına gereken cevabları vermesidir.

Hz. Üstad’ın, “İngiliz siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (belirgin vasfı), fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâp etmek (işlemek), yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfîliktir (dışa karşı olumsuzluktur).” [1] dediği bu dessas insanlar, her türlü sömürgecilikle insanlığın ve bilhassa Müslümanların başına belâ olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri, bu şeytânî ve menfî siyasetin hareket tarzını ve münafıkâne taktiğini Hutuvât-ı Sitte adlı eserinin girişinde şu şekilde belirtiyor:

“Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-i gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan elhannas (şeytan), altı hutuvatıyla (aldatmalarıyla) Âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı cahını (makam hırsını), kiminin tamahını (aç gözlülüğünü), kiminin humkunu (ahmaklığını), kiminin dinsizliğini hatta en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.” [2]

Bu dessas şeytan, İstanbul’u işgal ettikten sonra Müslümanları parçalayıp kendi hâkimiyetini sağlamlaştırmak için akla gelmeyecek entrikalara başvurmuştur. Şeyhü’l-İslam’ı ve hocaları kendi lehlerine çevirmeye çalışmışlar, hatta zamanın Şeyhü’l-İslam’ı Dürrizade Efendi’ye baskı yaparak Anadolu’daki mili mücadeleye iştirak edenleri asi ilân eden bir fetva yayınlatmışlardır. Edirnekapı Camii minberinde bir imama İngiliz ve Yunan lehine dua ettirmişlerdir.

İşte tam bu sıralarda, İngilizlerin, desiseleriyle Şeyhü’l-İslamı ve diğer bazı ulemâyı lehlerine çevirmeye çalıştığı ve Yunan’ın galebesine ve milli mücadelenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir zamanda, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte eserini te’lif etmiştir. Eşref Edip Fergan’ın himmetiyle binlerce nüsha, Arabca ve Türkçe olarak bastırılıp İstanbul’un her tarafına talebeleri vasıtasıyla karşılıksız, el altından dağıttırmıştır.

Uzun yıllar Van Mebusluğu yapan ve Bediüzzaman Hazretleri’nin de yakın dostu olan Seyyid Tahâ Efendi’nin yeğeni Van’lı Tevfik Demiroğlu, Hutuvât-ı Sitte eserinin dağıtılması ile alâkalı bir hatırasını şöyle nakleder:

“İstanbul, İngilizlerin işgalindeyken Üstad’ın biraderzâdesi Abdurrahman’la beraber Hutuvat-ı Sitte’yi dağıtırdım. Nerede içimize güven ve emniyet hissi veren bir kişi çıksa ona verirdik. Bu tarzı da ben tavsiye ettim. Çünkü tuhaftır, Amerikalıların bir neşir yurdu vardı. ‘Rabilhouse’ diye. Kitab-ı Mukaddes’i basıyorlardı. Orada bir Ermeni vardı. Ben onu görünce selam verir ve halini sorardım. O beni gözüne kestirmiş. İncil’den ufak risaleler yaptırmışlar. Küçük kitabçıklar halinde, bana bunlardan 5-l0 tâne verir. ‘Dağıtır mısın?’ derdi. Biz de alır, götürür ve yakardık.

Said Nursî’nin İngilizler’e karşı neşrettiği Hutuvat-ı Sitte’nin kapağı

Said Nursî’nin İngilizler’e karşı neşrettiği Hutuvat-ı Sitte’nin kapağı

Ben bunu Üstad’a söyledim. ‘Siz müsaade edin böyle yapalım’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Abdurrahman’la bu işi yapın.’ Kitablar Vezneciler’de bir çayhanedeydi. İngiliz işgali olmasına rağmen korku diye bir şey bilmiyorduk.” [3]

Bediüzzaman Hazretleri, bu Hutuvât-ı Sitte namındaki eseriyle ve İstanbul’daki sâir faaliyetiyle İngilizin, Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki sömürgecilik siyasetini, entrikalarını ve tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, İngilizlerin dehşetli plânlarını akim bırakmıştır.

Hutuvât-ı Sitte’yi neşrettiği zaman, İngiliz Başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle işgalin aleyhinde bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, idam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istediyse de, kendisine, Bediüzzaman idam edilirse bütün Doğu Anadolu İngiliz’e ebediyen düşman olacağı ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edip intikamını almaya çalışacakları söylenmesi üzerine bir şey yapamaz.

Üstad’ın İstanbul’daki talebelerinden Süleyman Ayaz bu mes’ele ile alâkalı bir hatırasını şöyle nakleder:

“Bir gün Ayasofya Meydanında işgal kuvvetleri askerleri bekliyorlardı. Düşmanlar hemen Üstad Bediüzzaman’ı tutarak yakalamak istiyorlardı. Ben çok korktum. Bu sırada Üstad Bediüzzaman bana dedi:

‘Süleyman, sen arkamdan gel, peşimi bırakma!’ Bu arada Üstad, Yasin Sûresinden, “Biz hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik. Böylece onları perdeledik. Artık görmezler.” mealindeki âyeti okuyordu. Bu arada yerden aldığı bir avuç toprağı da düşman askerlerinin üzerlerine doğru atmıştı. Onlar bizi göremediler. Hemen yanlarından geçip eve geldik. Evde Hz. Üstad divana oturdu. Ben ayaklarından çizmelerini çıkartmıştım. Üstad sonra bana sormuştu:

“Süleyman ne anladın bu işten?”

“Efendim, ben bilemiyorum bu işi!”

Üstad Bediüzzaman buyurdu ki: “İşgal kuvvetleri beni vurmak için emir almışlar. Ben seni kurtarmak için öyle yaptım. Ben sana acıdım, çünkü senin silâhın yoktu. Yoksa ben onlardan on tanesini sıraya dizmiş, hedefe almıştım; ben ölene kadar onlardan en az on tanesini gebertirdim.” [4]

Üstad Hazretleri sonraki yıllarda yazdığı muhtelif risalelerinde Hutuvat-ı Sitte ile alâkalı şu beyanlarda bulunur:

“Esâretten geldikten sonra, Hutuvât-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum.” [5]

“Harekât-ı Milliyede İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi…” [6]

“İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilâf atıp, hatta Şeyhü’l-İslam ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilâfçı, ittihatçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen…” [7]

Bediüzzaman Hazretleri’nin Hutuvat-ı Sitte Risalesi’nde İngilizlerin İstanbul ve Anadolu’da işgale karşı direnişi kırmaya yönelik altı fitneli propagandalarını kökünden çürüten cevapları ise şöyledir:

Birinci Hatvesi: Der veya dedirir:

  • Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.

Şu vesveseye karşı demeliyiz:

Kader-i ilâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızâdâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! Günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulüm ettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek -neûzü billâh- İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir.

Evet aynı şeyi, hem musibettir, Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.

İkinci Hatvesi: Der ve dedirtir:

  • Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?

Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyet’e hizmettir.

Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’e adâvet etmek demektir.

Üçüncü Hatvesi: Der veya dedirtir:

  • Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.

Bu vesveseye karşı deriz:

Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlad-ı nâ-meşrûunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız!

Dördüncü Hatvesi: Der veya dedirtir:

  • Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar -ki Anadolu’daki ser­ger­de­ler­dir- maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.

Şu vesveseye karşı deriz:

Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz. Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir edemez.

Beşinci Hatvesi: Der:

  • İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.

Şu vesveseye karşı deriz:

Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i mâneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, Âlem-i İslâm’ın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla Âlem-i İslâm’ı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hod-endişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da, yalnız ism-i Hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.

Altıncı Hatvesi: Der ki:

  • Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?

Şu vesveseye karşı deriz:

En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor.

Evvela: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı…… gibi…

Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan Âlem-i İslâm’ı susturacak, depretmeyecek derecede eskisi gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun!

Salisen: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir:

Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.

İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.

Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

[1] Âsâr-ı Bediiyye, s. 106 Geri
[2] Âsâr-ı Bediiyye, s. 114 Geri
[3] Son Şahitler, c. 1, s. 217 Geri
[4] Son Şahitler, c. 5, s. 299 Geri
[5] Osmanlıca Mektubat, s. 66 Geri
[6] Osmanlıca Şuâlar, s. 562 Geri
[7] Osmanlıca Şuâlar, s. 503 Geri