Bediüzzaman Hazretleri’nin Seyyidliği

Bediüzzaman Hazretleri’nin Seyyidliği

Denizli ehl-i vukufunun aleyhte raporu münasebetiyle Bediüzzaman Hazretleri’nin yukarıda geçen “Ben seyyid değilim. Mehdî ise Âl-i Beyt-i Ne­be­vî’den olacak” sözünün anlamı üzerinde durmak istiyoruz. Zira Bediüzzaman Hazretleri, hem Risale-i Nur’da yer alan bazı beyanlarla, hem de bazı talebelerine sözlü olarak, kendisinin Hazret-i Resul-ü Ekrem (asm)’ın neslinden gelen bir “seyyid” olduğunu bildirmiştir.

Risale-i Nur’da geçen ifadeler şöyledir:

Öncelikle Üstad Hazretleri, Mûcizât-ı Ahmediye Risalesi’nde Allah Resulü (sav) ile alâkalı olarak şunları söyler:

Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. Nasıl ki, evladından Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı__.

Daha sonra bu ifadelerle ilgili olarak, ilk Nur Talebeleri’nden Büyük Ruhlu Küçük Ali Efendi’nin 22. Lem’aya yazdığı haşiye şöyledir:

“…Bizce Üstad’ımız Said Nursî’nin birinci Âl’den (seyyidlerden) olduğu kat’îdir. Çünkü sinek gibi bir mahlûkun Üstad’ımızı taciz etmemesi Nesl-i Mübarekinden olan Abdülkâdir Geylânî’den bu hali Üstad’ımız irsiyet olarak almıştır. Gerçi Üstad’ımız mahkemelerde Ehl-i Vukufa karşı ikinci Âl-i Beyt’den olduğunu ispat etmiştir. Fakat maksadı tam ihlâsa muvaffak olduğu için kendi şahsını azlediyor. Ve Kur’ân’ın bir elmas kılıncı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” [1]

Üstad Hazretleri’nin bu haşiyenin Risale-i Nur’a yazılmasına müsaade etmesi kat’î bir şekilde bunu tasdik edip seyyidliğini kabul ettiğini göstermektedir.

Üstad Bediüzzaman’ın 18. Lem’a Risalesi’nde Hazret-i Ali (ra)’ın Ercûze Kasidesi’nden naklettiği, “Biz Âl-i Beyt’ten birer Gavs çıkıp, her kürbet ve şiddet zamanında imdâd ediyoruz” cümlesi de Hazret-i Üstad’ın Âl-i Beyt’e mensub bir seyyid olduğunu göstermektedir. [2]

Yine Risale-i Nur’un büyük kahramanlarından ve Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden Santral Sabri Hoca, Üstad’ına gönderdiği bir mektubunda onu yüksek vasıflarıyla senâ ederken şöyle diyor:

İtikadımızca Nesl-i Pâk-i Hâşimiyyü’l-Arabî kuvvetli ihtimali bulunan ve Furkân-ı Hakîm’in dellâl-ı bî şebîhi olan Risale-i Nur sahibi …Gavs-ı Azam (Şeyh-i Geylânî ks.) ve Cedd-i Ekremlerinin (Hz. Peygamber’in sav.) yâ hafîdi (ey torunu)… Bunlara mümasil hâlât-ı hârika ve vâkıât-ı bedîa ancak ve ancak Sahibü’l-Kevser ve o Rahmeten-lilâlemîn’in ya nesebî veya mânevî âl ve ensâb ve ensâlinde zuhuru mümkün bir devlet ve keramet değil midir?” [3]

Hoca Sabri’nin Üstad’a seyyidliği hakkında yazdığı mektubunun orijinali ve üzerinde Üstad’ın notları

Hoca Sabri’nin Üstad’a seyyidliği hakkında yazdığı mektubunun orijinali ve üzerinde Üstad’ın notları

Bediüzzaman Hazretleri Hüsrev Efendi’nin arşivinde bulununan bu uzunca mektubun başına kendi eliyle “lâhikaya girsin” yazdığı gibi buraya aldığımız satırlara da bizzat kendi el yazısı ile “itikadımızca” ve “kuvvetli ihtimali” kelimelerini yazarak bu ifadeleri tasdiklediğini göstermiştir. Yani Üstad Hazretleri, Peygamberimizin (asm) temiz Hâşimî neslinden, Gavs-ı Azam Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri ile onun mübarek ceddi olan Hazret-i Peygamber’in (sav) bir torunu olduğu itikadını kuvvetli bir ihtimal olarak açıkça ve yazılı olarak beyan etmektedir.

Risale-i Nur’a mal olmuş bu satırlardan başka, Hazret-i Üstad’ın kendisinden yapılan bazı rivayetler de vardır. Bunların ilkinde kendisi de seyyid olan Salih Özcan şunları nakleder:

“… Emirdağ’da Mehmed Çalışkan’a giderek beni Üstad’a götürmesini istedim. Üstad bizi kabul etti. Dizlerinin üzerinde doğruldu, kalktı, ‘Gel, Seyyid Salih! Gel’ diye beni kucakladı. Ellerinden öptüm, başımdan tuttu. Dedemin, Hulûsi Ağabeyin selamlarını, hürmetlerini söyledim. Yanımızda bulunan Mustafa Acet’le Mehmed Çalışkan’ı dışarı çıkarttı. ‘Ben yüz binlerce seyyidi beklerken sen geldin’ dedi. Ben kendilerinin seyyid olup olmadıklarını sordum. Annem Hüseynî, babam Hasenî’dir’ dedi. Sonra da, ‘Ben de seyyid sayılır mıyım?’ diye tebessümle sordu. Ben de, ‘Hem de çift taraftan seyyidsiniz’ dedim.” [4]

Üstad Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden biri olan Albay Hulusi Bey bir konuşmasında şunları anlatır:

“Bir defa Üstad’ı ziyaretimde, bir münasebetle Üstad: ‘Kardeşim sen de ben de sâdâttanız (seyyidlerdeniz)’ demişlerdi. [5]

Bir diğerini Eskişehir Nur Talebeleri’nden Muhyiddin Yürüten anlatıyor:

“Ziyaretlerimden birisinde Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona, ‘Kardeşim Salih! Sen hakiki seyyidsin, (annem) Nûriye de seyyid, (babam) Mirza da seyyid” dedi. [6]

Bunlar gibi Emirdağlı Nur Talebesi Mehmed Çalışkan da Hazret-i Üstad’dan seyyid olduğunu işitenlerdendir. [7]

Küçük Ali Efendi’nin haşiyesi ve Üstad Hazretleri’nin hususi sohbetlerde talebelerine söylediği sözler ile mahkemede söylediği söz arasında ilk bakışta bir tenakuz var gibi görünüyor. Öyleyse mahkemedeki ifadeyi nasıl anlamamız gerekir?

Öncelikle şunu belirtelim ki, Üstad Hazretleri’nin seyyidliğini kendisinin ikrar ettiğinde hiçbir tereddüd yoktur! Zira böyle büyük bir İslâm âliminin hususi sohbetlerinde mükerreren bunu açık bir şekilde belirtmesi ve bir talebesinin kaleminden de olsa bunu kitabına alması ve yine Üstad’ın kendi el yazısıyla Santral Sabri’nin mektubuna düştüğü notlar, Üstad Bediüzzaman’ın seyyidliğini kabul ettiğini açıkça göstermektedir.

Risalelerde geçen “ben seyyid değilim” ifadesine gelince, mahkeme esnasında söylenen bu söz, içinde bulundukları mahkeme şartlarından kaynaklanan bir ihtiyaca binaen söylenmiş tevriyeli bir sözden ibarettir. Yani iki anlama gelen bir sözü Üstad, diğer anlamını kasd ederek söylemiştir. Çünkü seyyidin bir anlamı Peygamberimiz’in (asm) neslinden gelen kimse olmakla beraber asıl mânâsı “efendi” demektir. Hz. Peygamber (asm)’ın mübarek nesline de hürmeten “seyyid” ünvanı verilmiş ve bu kelime o mânâyı da ifade eder olmuştur.

Hazret-i Üstad’ın Eskişehir Müdafaası’nın girişinde yer alan şu ifadeleri, onun mahkemede tevriye yollu beyanlarda bulunduğunun açık ifadesidir:

Bütün müdafaatımda ara-sıra görünen mülayimâne ve musalahakârâne tabirler ise; tevriye nev’inden olarak mahzâ masum kardeşlerimi kurtarmak içindir. Yoksa masumiyetim ve mazlumiyetim beni çok şiddetli konuşturacaktı.” [8]

Bediüzzaman Hazretleri kendi ifadeleriyle “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim” diye, İslâm’a hizmet etmek için çıktığı bu yolda, karşısında birçok düşman buldu. O dönemlerde İslâm’a hizmet edenlerin başında Üstad ve talebeleri geliyordu. Hal böyle olunca İslâm düşmanlarının gözü hep Üstad üzerinde yoğunlaştı. Onu ortadan kaldırmak için çok planlar tertip edip uygulamaya koysalar da bunda başarılı olamadılar. Fakat din düşmanları Bediüzzaman’ı hiç rahat bırakmadılar. Sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye, hapisten hapse dolaştırıp durdular. Defalarca zehirlediler. Eziyetler, işkenceler, baskılar ve takipler hiç eksik olmadı. İşte bu derece sıkıntı içerisinde olan Bediüzzaman Hazretleri, bilirkişinin Mehdîlik suçlamalarından kurtulmak ve böylelikle hizmetinin ve talebelerinin üzerindeki büyük bir evham bulutunu dağıtmak için mahkemede neseben seyyidliğini gizlemeyi tercih etmiştir ve bunu açıkça şöyle dile getirmiştir.

“Bazı emarelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız Nur’un kıymetini düşürmek fikriyle, siyaset mânâsını hatırlatan Mehdîlik davasını tevehhüm ile güya Nurlar buna bir âlettir diye çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor.” [9]

Latif bir tevâfuktur ki Resulullah (sav) Efendimiz de aynı şekilde bir hadis-i şeriflerinde seyyid olduğunu reddederken, diğerinde bizzat seyyid olduğunu ifade etmişlerdir. Şöyle ki:

Âmir oğullarının elçileriyle birlikte (elçi olarak) Resûlullah (sav)’in huzuruna gitmiştim. (Hz. Peygambere): Sen bizim Seyyidimizsin, dedik de, (Resulü Ekrem): ‘Seyyid Allah’tır’ buyurdu. [10]

Allah Resûlü (asm) bu ifadesiyle gerçek anlamda seyyidin, yani herkesin tek efendisinin Allahü Teâlâ Hazretleri olduğunu ortaya koymuştur. Fakat başka bir hadis-i şeriflerinde ise bunun tam tersi olarak:

“Ben Âdemoğullarının seyyidiyim (efendisiyim), övünmek için söy­le­mi­yo­rum!” [11] buyurarak hakiki mânâda efendilik kasd edilmeden “insanların büyüğü” anlamında seyyid kelimesinin kullanılabileceğini de ortaya koymuştur.

İşte Bediüzzaman Hazretleri de, mahkemede, seyyid kelimesinin birinci hadiste geçen mânâsını esas alarak “ben seyyid değilim” demiştir. Risale-i Nur’a geçen ve talebelerinden nakledilen rivayetlerde ise Hazret-i Peygamber’in neslinden gelen anlamında “seyyid” sıfatını kendisi için kullanmıştır diyebiliriz.

[1] Osmanlıca Lem’alar, s. 184 Geri
[2] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 134 Geri
[3] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[4] Son Şahitler, c. 3, s. 23 Geri
[5] Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 1, s. 50 Geri
[6] Son Şahitler, c. 3, s. 201 Geri
[7] Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 1, s. 50 Geri
[8] Osmanlıca Tevâfuklu 27. Lem’a- Eskişehir Müdafaanamesi, s. 4 Geri
[9] Osmanlıca Şuâlar, s. 454 Geri
[10] Ebû Dâvud, Edep, H. No: 4806 Geri
[11] Ebû Davûd, Sünnet, H. No: 4670; İbn Mâce, Zühd, 37 Geri