
Bediüzzaman Hazretlerinin Kur'andaki Tevafuk Mucizesinin Keşfi ve Yazdırması
Bediüzzaman Hazretlerinin Kur'andaki Tevafuk Mucizesinin Keşfi ve Yazdırması
İçindekiler
Tevâfukun Anlam ve Önemi
Tevâfuk, birbirine denk gelmek, birbiriyle uygun vaziyet almak demektir. Hususan tesadüfe verilme ihtimali olmayan ve arkasında ilâhî bir kasıt ve iradenin varlığı hissedilen “denk gelmelere” tevâfuk denir. Kur’ân’daki tevâfuklar ise, Kur’ân’da bulunan toplam 2806 adet “Allah” lafzının pek az müstesnalar hariç alt alta, bazen de karşı karşıya veya sırt sırta gelmesidir. Kur’ân’ın 604 sayfasının çoğunda “Allah” lafzı üç, beş, sekiz, on, tâ on altı aded gibi çok miktarlarda bulunmaktadır. Bunun yanında 846 aded Rab ve 69 aded Kur’ân kelimelerinin de tamamı tevâfuka girmektedir. Ayrıca, her sayfada bulunan ve aynı kökten gelen emsal kelimeler de alt alta gelerek tevâfuk etmektedir.
Kur’ân’daki tevâfuk eden kelimelerin Allah’ın iradesine nasıl delalet ettiğine ve nasıl Kur’ân’ın bir mûcizesi olduğuna işaretle Üstad Bediüzzaman şöyle der:
“Bu tevâfukat-ı gaybiye tabir ettiğimiz san’at-ı bedia (harika sanat), i’cazın ecza-yı hakikiyesinden (mûcizelerin hakiki kısımlarından) değil. Belki bir nev’ i’cazın (mûcizelik) vazifesini gördüğü için i’cazın eczası (kısımları) içine dâhil olmuştur. Çünkü i’caz gösteriyor ki Kur’ân Kelamullah’tır (Allah kelâmıdır). Beşerin kelamı (insan sözü) değildir. Şu tevâfukat-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi olamıyor ve fikr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delalet eder ki o kelam gaybdandır, beşerin sözü değildir.” [1]
“Kudsî bir şeyin zarfı ve kılıfı ârızî (sonradan olma) bir kudsiyet aldığına binaen ve tevâfukta bir işaret-i kudsiye gördüğümüzden tevâfuk nazarımızda mübarek olmuştur. Hem tevâfuk (denk gelme) ittifaka (uyuşmaya) işaret, ittifak ise ittihada (birleşmeye) emare, ittihat ise vahdete (birliğe) alamet, vahdet ise tevhide (Allah’ın birliğine) delalet, tevhid ise Kur’ân’ın dört esasından en mühim esası olduğundan tevâfuk nazarımızda yüksek bir meymenet (bereket) almıştır. Hem tevâfuk şevki tezyid (artırıp) ve kelamı tezyin ettiğinden (süslediğinden) nazarımızda güzelleşmiştir. Said Nursî” [2]
Tevâfukun insan iradesiyle olmadığı, ilâhî bir iradenin eseri olduğuna işaret için -Risalelerdeki tevâfuklar hakkında- Hazret-i Üstad şöyle bir misal verir:
“Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur. Said Nursî” [3]

Risale-i Nur’daki tevâfukları renkli olarak gösteren Hüsrev hattı bir sahife
Son olarak, Bediüzzaman Hazretleri tevâfuk mes’elesine neden bu kadar ehemmiyet verdiğini yine Risalelerde görünen tevâfuklar üzerinden şöyle anlatır:
“Nasıl ki çok mübârek ve kudsî büyük bir zât, gayet fakir ve muhtaç bir adama ümid edilmediği bir tarzda iltifâtkârâne bir kapta bazı kâğıtlara sarılı bir hediye ihsân etse, elbette o bîçâre adam, o pek büyük zâta karşı hediyesinin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediye ile gösterilen iltifâta karşı teşekkürde ne kadar da israf ve ifrât etse, makbûldür. Ve o çok mübârek zâtın hediyesine sardığı kâğıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hatta o hediye içindeki cevizlerin kabuklarını da teberrük deyip ekmek gibi yese, başına koysa, israf olmadığı gibi; Risaletü’n-Nûr yüzünde, irâde-i âmme içinde inâyet-i hâssa iltifâtı, tevâfuk zarfıyla ihsân edilmiş. Elbette tevâfuka dâir tafsîlât ve tasvîrât, fiilî teşekkürâtın bir nev‘idir. Ve sevincin ve minnetdârlığın heyecanlı bir tereşşuhâtıdır. Evet, böyle bir zâtın iltifâtını gösteren maddî kırk para ihsânına karşı ve kırk bin liraya değer iltifâtına mukâbil, ne kadar teşekkür eylese, israf değildir.” [4]
Saidü’n-Nursî
Bediüzzaman’ın Kur’ân’daki Tevâfukları Keşfi
Bediüzzaman Hazretleri yazdığı risalelerle, iman hakikatlerini kuvvetli delillerle ispat ediyor, Kur’ân’a yapılan şiddetli hücumları defediyordu. Gençliğinde ahdettiği gibi, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu dünyaya ispat etmek” için hakiki üstad olan Kur’ân’a yöneliyor, ondan aldığı nurları etrafa neşrediyordu.
Bu hararetli faaliyete devam ederken, Isparta’ya gelişinin beşinci senesi olan 1932 yılında, [5] Kur’ân’ın yazısında bulunan bir harikası kendisine gösterildi. Meşhur hattat Kayışzâde Hâfız Osman hattıyla yazılan kendi Kur’ân’ını okurken, Allah lafızlarının alt alta güzel diziler halinde birbirine tevâfuk ettiklerini, yani muntazaman denk geldiklerini gördü. Dikkatle bu Mushafı baştan sona inceledi. Altı yüz dört sayfa olan Kur’ân’ın hemen her sayfasında bu tevâfuklar çoklukla bulunuyordu. Bunun bir tesadüf eseri, ya da yazan kâtiblerin işi olmadığını, bilakis Kur’ân’ın kendine ait bir meziyet olduğunu anladı. Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunun gözle görülen açık bir delilinin bu şekilde ortaya çıktığına kanaat ederek bu kanaatini şöyle açıkladı:
“Bu Hâfız Osman hattıyla yazılan aynı Kur’ân’ı tedkik ettik. Başta lafzullah (Allah lafzı) olarak gâyet manidar tevâfukat-ı gaybiyeyi (gaybden gelen tevâfukları) gördük. Ben kendi Kur’ân’ımda o tevâfukata (tevâfuklara) birer birer işaret koydum. Dikkat ettik ki satırlar ve âyetler ortasındaki fâsılalar (aralıklar) intizamsız olduğu için tevâfukat kısmen bozulmuş. Onunla beraber bize kanaat geldi ki tevâfuk matlubdur (istenmektedir).” [6]
Yine Hazret-i Üstad aynı mânâyı destekleyen şu açıklamaları yapar:
“Dördüncü Nükte: Sahife-i vâhidedeki (aynı sayfadaki) tevâfukattır. Kardeşlerimle üç dört ayrı ayrı nüshaları mukabele ettik (karşılaştırdık). Umumundaki tevâfukat matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız matbaa müstensihleri (yazanları) başka maksadları takip ettiklerinden (hat sanatına ağırlık verdiklerinden) bir derece tevâfukatta intizamsızlık düşmüş. Tanzim edilse (düzenlense) pek nadir istisna ile mecmu-u Kur’ân’da iki bin sekiz yüz altı [2806] lafza-i Celâl’in (Allah lafzı) adedinde tevâfukat görünecektir. Ve bunda bir şûle-i i’caz (mucizelik ışığı) parlıyor.
Çünkü fikr-i beşer bu pek geniş sahifeyi ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise bu mânidar ve hikmetdar vaziyete eli ulaşamaz. (Bu) Dördüncü nükteyi bir derece göstermek için yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki en münteşir (yaygın) Mushafların aynı sahife aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber sanatkârların lâkaydlığını tertib ile (düzenleyerek) adem-i intizama (düzensizliğe) maruz kalan yerleri tanzim edip tevâfukatın hakiki intizamı İnşâallah gösterilecektir. Ve gösterildi.
اَللّٰهُمَّ يَامُنْزِلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ فَهِّمْنَٓا اَسْرَارَالْقُرْاٰنِ مَادَامَ الْقَمَرَانِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰي مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ٓ اَجْمَع۪ینَ اٰم۪ینَ [7]

Yukarıdaki mevzunun Hüsrev hattı Tevâfuklu Risale-i Nur’daki aslı
Üstad’ın bu tevâfukları keşfettiği Hâfız Osman Mushafı, zaten “bütün sayfalarının âyetle sona ermesi” gibi bir harika ile meşhur idi. Aynı Mushaf’ta Allah lafızlarında böyle bir harikanın da mevcut olduğunu gören Üstad, bu tevâfukların göze görünür hale gelmesini arzu etti ve niyetini talebelerine hitaben şöyle açıkladı:
“Sayfa ve satırları değiştirmemekle beraber, tekellüfsüz (zorlama yapmadan) o tevâfukat-ı matlube (istenen tevâfuklar) bir derece gösterilebilir. …Mushafı üç nevi mürekkeble; lâfzullah kırmızı, sâir tevâfukât başka renkli mürekkeble, âyetleri siyah yazdırmak emelindeyim.” [8]
Âyet Berkenar Ölçüsü
Osmanlı’nın son devir mübarek hattatlarından biri olan Kayışzâde Hâfız Osman Nuri Efendi, [9] Kur’ân-ı Kerîm’i âyet-berkenar adıyla bilinen yeni bir sayfa düzeni ile yazarak Kur’ân hattı tarihinde yeni bir çığır açmıştır. Osman Nuri Efendi bu Mushaf’ı yazarken, sayfaların boy ölçüsü için en uzun âyet olan ve tam bir sayfa tutan Müdâyene âyetini [10] satırlar için ise, Kur’ân’ın en kısa sûreleri olan Kevser ve İhlâs sûrelerini ölçü aldı. Tamamen Kur’ân’dan aldığı bu ölçüyle yazdığı Mushaf’ta, bütün sayfaların âyetle başlayıp âyetle bittiği harika bir düzen ortaya çıktı. Kur’ân âyetlerinin her biri farklı uzunluklarda olmasına rağmen, sayfa sonlarında asla uzunca bir âyet denk gelip de diğer sayfaya geçmiyordu. Hâlbuki o zamana kadar yazılan Mushaflarda bu durum yoktu. Yani âyetler sayfa sonlarında sona ermez ve diğer sayfaya geçerdi.
Bu sayfa düzeninin ehemmiyeti ve Kur’ân’a ait oluşu hakkında Üstad Bediüzzaman şöyle der:
“Hâfız Osman hattıyla matbu Kur’ân’da ne gibi meziyetler görünse, kâtiblerin ve müstensihlerin (çoğaltanların) hüneri olamaz. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın meziyetleridir. Çünkü en büyük âyet olan âyet-i Müdâyene, [11] o Mushaf’ın sahifelerinde ölçü alınıp ona göre sahifeler belirlenmiş ve onlarda çok meziyetler görünmüş. Mesela, bütün sahifelerin sonunda güzel bir şekilde âyet tamam oluyor. Hem o Mushafın satırları için ölçü, en kısa Sûre olan Sûre-i Kevser ile Sûre-i İhlas esas tutulmuş. Madem Kur’ân’ın âyet ve sûresinin mikyasıyla olmuştur. O hatta (yazıda) ne kadar meziyetler varsa doğrudan doğruya Kur’ân’a aittir.”
Hazret-i Üstad bu sayfa düzeninin bir hattatın kendi fikriyle değil bir ilham eseri olarak ortaya çıktığını düşünüyordu.
“Tertib-i Kur’ân irşad-ı Nebevîyle, münteşir ve matbu’ Kur’ânlar da ilham-ı ilâhî ile olduğundan; Kur’ân-ı Hakîm’in nakşında ve hattında (yazılarında), bir nevi alâmet-i i’câz işareti (mûcizelik alâmeti) var. Çünkü o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür.” [12]
1800’lü yılların sonlarında yazılan bu yeni Mushaf, sayfa sonlarında gözle görünen bu harika vaziyeti ve sayfalara getirdiği intizam ile çok geçmeden bütün İslâm Dünyası’nda büyük bir rağbet görmüştür. Bu sayede, artık Kur’ân-ı Kerîmler ekseriyetle bu ölçü ile yazılır olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’in sayfa eni için esas alınan İhlâs Sûresi

Kur’ân-ı Kerîm’in sayfa boyu için esas alınan Müdâyene Âyeti (47. sayfa)

Kayışzâde Hâfız Osman’ın mushafındaki intizamsız tevâfukları gösteren bir sahife

Hüsrev Efendi’nin Mushafı’nda aynı sayfadaki tevâfukların intizama girmiş şekli

Kayışzâde Hâfız Osman’ın mushafındaki intizamsız tevâfukları gösteren diğer bir sahife

Hüsrev Efendi’nin yazdığı Mushaf’ta aynı sayfadaki tevâfukların intizama girmiş şekli
Bahsi geçtiği üzere, Hâfız Osman’ın Mushaf’ında ortaya çıkan tek harika, sayfaların âyet durakları ile bitmesi değildi. Dikkatle bakıldığında sayfa içinde Allah lafızlarının, -bazı kaymalarla birlikte- alt alta dizildiği gözle görülebilir durumdaydı. Fakat bu harikanın kemaliyle ortaya çıkıp gözle görünür hâle gelmesi için, yarım asır daha geçmesi ve kaderin tayin ettiği zamanın gelmesi gerekecekti. Belki Kur’ân’ın yazısındaki bu mucizenin ortaya çıkması için en münasib zaman, Kur’ân’a karşı dehşetli hücumların olacağı o zaman idi!
Bediüzzaman’ın Tevâfuklu Kur’ân’ı Yazdırmaktaki Gayesi
Hazret-i Üstad’ın Tevâfuklu Kur’ân’ı yazdırmaktaki en mühim maksadı, Kur’ân’ın gözlere hitab eden bir mucizesini ortaya çıkarmak ve mâneviyattan uzaklaşmış bu asrın insanlarına gözleri ile görebilecekleri bir Kur’ân mucizesini göstermekti. Bu vesileyle Kur’ân’ın Allah kelamı oluşu hakkında, din düşmanlarınca halkın arasında yayılan şüpheleri giderecek maddî bir harikayı da gözler önüne sermekti.
Başka bir maksad ise, Kur’ân’ın bütün insan gruplarına bakan ayrı birer mucizesi veya mucizeliğini hissettiren bir harikası bulunduğunu göstermekti. Üstad’ın gözlü tabaka dediği, mânâyı anlamayan avam tabakasının da Kur’ân’ın mucizelerinden bir nasibleri olmalıydı. İşte o nasib ise Kur’ân yazısında ortaya çıkan tevâfuk harikasıdır. Bu harika, yalnız avamın değil, işitme engelli olanların da hususî bir nasibidir. Onlar da işitemedikleri Kur’ân’ın bir harikasını bu sûretle gözleriyle görebileceklerdi. Hatta ‘görmediğime inanmam’ diyen, ya da inanmakta zorluk çeken bu asrın maddeci insanlarının dahi bu mucizeden bir nasibleri vardı. Onlar da artık aradıkları gibi gözle görünür bir harikayı Kur’ân’da görebileceklerdi.
Bu nükteyi Hazret-i Üstad şöyle izah etmektedir:
“Kırk muhtelif tabakâta ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur’ân-ı Hakîm mucizeliğini gösterir veya hissettirir. Kimseyi mahrum bırakmaz. Hatta yalnız gözü bulunan, kulaksız (işitmeyen), kalbsiz (maddeci), ilimsiz (câhil) tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi alâmet-i i’câzı vardır. Şöyle ki: Hâfız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor.” [13]
Üstad’ın Tevâfuklu Kur’ân’ı yazdırmaktan diğer bir maksadı da unutturulmaya çalışılan Kur’ân yazısına insanların nazarlarını çevirmek ve Kur’ân hattına yeni bir şevk uyandırmaktı. Bu maksadını şöyle ifade eder:
“(Bu Kur’ân’ı yazdırmaktaki maksadım) Hutût-u Kur’âniye’nin (Kur’ân yazılarının) muhafazasına hizmettir. Çünkü gördüm ki, Sözler’de (risalelerde) tevâfukatın zuhuru (görünmesi), fütura düşen (usanan) müstensihlerin (risaleleri yazanların) şevkini yeniledi. Gayrete geldiler. Yeni bir heves uyandı. Kendine yazanlar tekrar yazmaya başladı. Hem yüzler adamların Sözler’e ve dolayısıyla Kur’ân hakikatlerine karşı imanları kuvvetlendi. Hatta bir kısım dinsizler dahi o tevâfukatı görüp inkâr edemedikleri için ikrâra mecbur oldular. Hatta bunlardan birisi demiş: ‘Bunları ikrâr etmem fakat inkâr da edemem. Çünkü gözümle görüyorum’ demiş.” [14]
Bediüzzaman Hazretleri yazmış olduğu risalelerle, Kur’ân’a -manalarından yazılarındaki tevâfuk harikasına kadar- bütün yönleriyle hizmet ederken bir endişeyi de taşıyordu. O da tamamen Kur’ân’dan gelen ve Kur’ân’a hizmet eden Risale-i Nurlar’ın bazı ard niyetli ya da câhil insanlarca Kur’ân’la kıyaslanmaya kalkışılması idi. Bütün şerefi Kur’ân’ın bir tefsiri olmasından kaynaklanan Risale-i Nur’un bu yolla çürütülmeye çalışılmasından endişe ediyordu. Bu sebebe binaen Kur’ân’ın tevâfuk harikasını ortaya çıkarmak için yazdığı Rumûzât-ı Semâniye Risalesi’nde bu mevzuya temas için şu izahlarda bulundu:
“Sözler namındaki yazılan Risaleler, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir nevi tefsir-i hakikisi olduğunu ve o tefsirin te’lifinde merci ve me’haz ve hakiki üstad ve tam rehber sırf âyât-ı Kur’âniye olduğu ve bu fakir ve aciz müellifin hissesi onda sırf bir tercüman olduğunu ve doğrudan doğruya o risaleler Kur’ân’ın hakaiki (hakikatleri) ve o hakaikın bürhanları (delilleri) olduğunu ve Kur’ân’ın elinde bir kılınç hükmünde olarak o kale-i İslâmiye’ye gelen tehacüme (saldırılara) karşı davranan ve mânen Kur’ân’ın mânâsı ve lâyenfek (ayrılmaz) ve ondan gelmiş manevî bir cüz’ü olduğunu bütün kuvvetleriyle o Kur’ân’a bakar ve işaret ederler ve onu hedef ittihaz ederler ve âyâtından gelen sünuhat ve ilhamat (kalbe gelen ilhamlar) olduğunu ve müellifinin iktidar ve ihtiyarının pek fevkinde (üzerinde) bir tarzda olduklarını mükerreren ispat edip beyan ettiğimiz halde, Kur’ân namına ve Kur’ân hesabına rekabetkârâne bunlara bakmak ve onlardaki i’caz-ı Kur’ân’dan (Kur’ân’ın mucizeliğinden) in’ikâs eden (akseden) cilveleri Kur’ân’ın hakiki i’cazıyla muvazene etmek (tartmak) ve rekabetkârâne onların sukutunu (düşmesini) ve kesadını (verimsizliğini) ve çürüklüğünü arzu etmek elbette Kur’ân’a sadakat değil.
Çünkü Kur’ân’ın elindeki kılıncı Kur’ân’a çevirmek ve Kur’ân’ın sadık hizmetkârını Kur’ân’a karşı mübareze vaziyetini vermek ve Kur’ân’dan gelen ve Kur’ân’ın nurundan ve mizan-ı i’cazında (mûcizelik tartısında) bulunan nurlarını (Risaleleri) Kur’ân’a karşı muvazene etmek (tartmak) elbette bir hıyanettir ve bir cinayettir! Sakın, dikkat ediniz ki nefs-i emmare sizi bu cihette aldatmasın!
Hem Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın güneşini âyinelerdeki küçücük cilveleriyle muvazene edip kıymetini tenzil etmek (düşürmek) ve cidden iltizam (sahiblenme) ve muhabbete layık olan o Nurlar’a (Risaleler’e) Kur’ân hesabına bir nevi adâvetkârâne ve tenkidkârâne bakmak onların feyizlerinden mahrum kalmak gibi bir divaneliktir. Acaba ehadîs-i şerife (hadisler) Kur’ân’ı tefsir ederken Kur’ân ile muvazene edilebilir mi? Hakiki bir tefsirdeki âyâtın güzel hakikatleri hakaik-i Kur’âniye ile muvazene edilebilir mi? Hâlbuki risaleler ise, doğrudan doğruya üstadı, membaı, mânâsı ve neticesi hakaik-i imaniye ve Kur’âniye’dir. Ve o hakaikın bürhanlarıdır (delilleridir).
Madem hakikat budur. O risalelerde tezahür eden (görünen) tevâfukat-ı gaybiye (yazılarındaki tevâfuklar) doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in bir nevi cilve-i i’cazıdır. Çünkü o risaleler Kur’ân’ın i’caz-ı manevisinin numuneleridir. Ve onlardaki tevâfukat-ı gaybiye o i’caz-ı manevisinin tecessüm etmiş (cisimleşmiş) bir nakşıdır (yazısıdır) denilebilir. Çünkü o hakaikın mevzuniyeti (ölçülülüğü) ve intizamı ve güzelliğidir ki öyle muntazam üslub libasını (elbisesini) giyer çıkar.” [15]
Talebelerden Kur’ân Yazma Talebi ve Takib Edilecek Usül
Kayışzade Hâfız Osman’ın vefatından yaklaşık kırk yıl sonra, 1932’ye gelindiğinde Bedîüzzaman Hazretleri onun yazdığı Mushaf’taki gizli kalmış tevâfukları gördü ve bunları ortaya çıkarmaya karar verdi. Daha sonra bir istişare tarzında talebelerinden Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmaları için çalışmaya başlamalarını istedi ve şöyle dedi:
“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın iki yüz aksam-ı i’caziyesinden (mûcizelik kısımlarından) nakşî (yazısındaki) bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı, Hâfız Osman hattıyla tayin eden ve Âyet-i Müdayene mikyas (ölçü) tutulan sahifeleri ve sûre-i İhlas vâhid-i kıyas tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’cazı (yazıdaki mûcizeyi) gösterecek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur’ân’daki arkadaşlarımın nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzac etmek (fikirlerini almak) ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum.” [16]
“Şu mes’ele-i mühimme benim gibi müşevveş, perişan, hastalıklı, kalemsiz, yarım ümmî bir adamın işi olamaz. Benim kahraman arkadaşlarım ve hizmet-i Kur’ân’da azimkâr kardeşlerim bana nurânî kalemleriyle ve münevver kalbleriyle yardım etmeli ve fikirlerini de bu husus hakkında bildirmeli.” [17]
Yine aynı mevzuda şöyle der:
“Ey ihvan (kardeşler)! Madem Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle bizi Kur’ân-ı Hakîm’e hizmetkâr kabul ettiğini gösterir bir tarzda bizi muvaffak ediyor. Biz de merhametine ve inâyet ve tevfikine istinad edip o merkez-i nuranînin etrafında mütesanid (omuz omuza) bir daire-i muhîta olmaya çalışmalıyız. Ve hatt-ı Kur’ân’ın ref’ine (Kur’ân yazısını kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’ân’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.
Evvela: Her birimiz evladı varsa lâekal bir veledini, yoksa müsteid (kabiliyetli) başka bir çocuğa Kur’ân’ı öğretmeliyiz. Kendi öğretmese de öğretmek için himaye ve teşvik vasıtasıyla birisini yetiştirmeliyiz.
Saniyen: Kardeşlerimizde Arabî hattı (Kur’ân yazısı) varsa -çok güzel olmak şart değil- tayin ettiğimiz tarzda bir iki cüz’ü yazmaya gayret etmek, Arabî hattı olmayanlar onlara, yani o yazanlara ciddi muavenet (yardım) etmek lazım gelir.
Salisen: Bize fikirleriyle, kalemleriyle yardım etsinler. Buldukları mezaya-yı Kur’âniye’yi (Kur’ân’ın tevâfuka dair meziyetlerini) bize bildirsinler. Çünkü umum ihvan (kardeşler) namına bu mühim mes’ele ortaya konuluyor. Bir iki şahsın haddi değil bunu çevirebilsin.” [18]
Hazret-i Üstad’ın bu teklifine, Kur’ân yazabilecek, nesih hattına âşina olan Şamlı Hâfız Tevfîk, Hoca Sabri, Hâfız Ali, Hâfız Hâlid, Muallim Galip, Hâfız Zühdü, Hakkı Efendi ve Ahmed Hüsrev Efendi gibi talebeler memnuniyetle iştirak ettiler ve Tevâfuklu Kur’ân’ın yazılmasına namzed oldular. Bediüzzaman Hazretleri, çoğu hattat, hâfız veya hoca olan on talebesine Kur’ân’daki tevâfukatı gösterir tarzda yazmaları için üçer cüz verdi. Hepsi de büyük bir şevk ile cüzlerini yazmaya başladılar.
Hazret-i Üstad yazarken nasıl bir usul takib edeceklerini de kendilerine şöyle bildirdi:
“Allah lafzının tam tevâfuklarına işaret koymuşum. İstisna kalanlar ise bir kısmının başka vazifeleri olduğu için tevâfuka girmiyor. Çünkü başka yere bakıyor veyahut o kelimatın mecmuundan mânidar bir kelime çıktığından yeri değiştirilmiyor. Ve bir kısmı ise matbaanın ve yazanların satırlarda ve âyetlerin aralarındaki intizamsızlığından ve bu tevâfukları his edememesinden mevcut tevâfuku bozmuşlar. Öyleler ise sıraya girmeli. Hatta mümkün ise sahifede iki veya üç sıra ile muvazene takip edilsin.” [19]
Tevâfuklu Kur’ân Ahmed Hüsrev Efendi’ye Nasib Oluyor
Kur’ân yazma hizmetinde vazife alan talebeler içinde, Kur’ân yazmaya mahsus olan nesih hattı cihetiyle Hüsrev Efendi onlardan geriydi. Bununla birlikte, üstadının bu arzusunu yerine getirmeyi en çok arzu edenlerden biri de o olmuştu. Bu teklife şöyle cevap verdi:
“Çok muhterem, sevgili Üstad’ım!
… On sekiz bin değil, sevgili Üstad’ımın buyurdukları gibi yirmi sekiz bin âleme bakan o büyük Furkan-ı ilâhînin (Kur’ân’ın), bugünkü asırdan başka gelecek asırlara da bakan vecihlerinin bazı mühim noktalarına işaret edilmesi ve Lafzullah (Allah lafızları) üzerinde vaki’ tevâfukatın göze çarpacak ve nazarı celbedecek şekle ifrağ edilmesi (çevrilmesi) ve bazı kelimelerde görünen manidar tevâfukatın güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vaki’ Üstad’ımın fikirlerine haddim olmayarak yine Üstad’ımdan aldığım kuvvet ve cesaret ile iştirak ediyorum. Ve böyle bir Kur’ân-ı Kerîm’in yazılması hakkında vaki’ olacak her fedakârlığa hazır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun verdiği halet-i ruhiye üzerine arzediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstad’ıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîm’i yazıp takdim etmeyi çok arzu ediyorum. Fakat mes’elenin müsta’celiyetini (âcilliğini) düşünemiyordum. Ve bir de diğer kardeşlerimin bu şereften mahrumiyetidir ki, bu fikrimin ve bu arzumun kabulünde ısrar edemiyorum.
… Binaenaleyh Kur’ân hakkında sevgili Üstad’ımın düşündüklerine pek büyük bir ihtiyaç olmakla beraber, bu güzel ve pek büyük bir emr-i hayra kapı açan bu işin hemen ikmal edilmesi için her şeye tercih edilmesi rica ve istirhamındayım.
Hüsrev” [20]
Üstad’ın Hüsrev Efendi’ye Cevabı
بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ وَ عَلٰي وَالِدَتكَ وَ عَلٰٓي اَخ۪يكَ وَ عَلٰٓي اِخْوَانِك الْمُخْلِص۪ينَ وَ رَحْمَةُ اللهِ
وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ
Mübarek sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’âniye’de pek samimi ve ciddi ve gayretli arkadaşım Hüsrev!
Yeni ve çok hayırlı niyetimize ciddi iştirakiniz beni çok mesrur etti. Bilhassa daha evvel kendi hattınızla bana bir Kur’ân yazmasını düşündüğünüz beni bu niyette ziyade teşvik etti. Senin hakkında büyük bir ümidimi kuvvetlendirdi. Allah sizden ebeden razı olsun. Seni Kur’ân’a bağışlasın.
Aziz kardeşim, kalben sana pek benzeyen Hâfız Ali’(yi) bir hayvanla sana gönderip seni yanıma almak teşebbüs ettik. Gecede (manevî) bir işarete binaen, ‘Hüsrev’in kıymetdâr yedi sekiz gün vaktini zayi etme! Onun bedeline Kur’ân’ı yazsın. Üç cüz’ü yazdıktan sonra senin yanına gelsin’ kalbimde denildi. Ben de Hâfız Ali’ye, Bekir Ağa’ya akşamki teşebbüsü geri bırakıyorum dedim. Ne için dediler. Dedim: ‘Hüsrev’in mübarek ve nûranî kalemi ile Kur’ân’ın nurlarına her gün edeceği hizmeti düşündüm, ücreti yüksek buldum. Benimle görüşmek menfaati ona mukabil gelmiyor. Çünkü Hüsrev bendeki Üstad’ını görmek için buraya kadar gelmek değil, bir risalenin kapısını açmak yeter. Onda Üstad’ıyla görüşebilir. Bendeki kardeşini görmek ise gece gündüzde kaç defa uhrevî kardeşiyle mânen dergâh-ı ilâhîde görüşür. İsmiyle resmiyle görülür.’ Demek beraberiz, firak yok. Eğer bendeki hizmet-i Kur’ân’daki arkadaşını görmek ise, onda iki cihet var:
Ya hizmet-i Kur’ân’a aid bir program almak içindir veyahut şahsen zevkli, samimi, uhrevî bir sohbet içindir. Birinci şık ise, [ فَاَرْسِلْ حَك۪يمًا وَلَاتُوصِه۪] , yani ‘bir işe dirayetli bir adamı gönderdiğin vakit vasiyete lüzum yok. O işi becerir’ kaidesince ben seni hizmet-i Kur’ân’da mâhir bir hakîm biliyorum. Senin yazılarına dikkat ettiğim vakit hayretle maharetini temaşa ediyorum. Onun için kendi nüshamda işaret ettiğim tevâfukat-ı Kur’âniye’yi muhafaza etmekle kendin düşündüğün tarz benim makbulümdür. Ben katiyyen hissettimki, Kur’ân’da hususan lafzullah’ta tevâfuk matlubdur. Ben de hissettiğim yerlerde işaret koydum. Bazen hattın intizamsızlığıyla intizamdan çıkan inhiraflı tevâfuku kabul etmişim, işaret etmişim. İnşâallah senin intizamlı hattınla Levh-i Mahfuz’daki intizamlı tevâfukatın bir cilvesi görünecektir.
İkinci şık ise: Şahsımı layık görmüyorum ki, şahsî sohbette bir makam alsın. Her ne ise, Hâfız Ali Efendi’yi ruhlu bir mektub olarak sana gönderiyorum.
Muhterem âhiret hemşirem ve mânevî vâlidem olan mübarek vâlidenize çok selam ve dua ediyorum. Ramazan-ı Şerif’in makbuliyetine alamet olarak elbette bende olduğu gibi onda da bir sarsıntı, bir rahatsızlık vermiştir, merak etmesin. Onun gibilerin rahatsızlıkla geçen bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer İnşâallah.
Kardeşiniz Mirzazâde Said Nursî” [21]

Üstad Bediüzzaman’ın Barla’daki talebelerine yazdırıp Hüsrev Efendi’ye gönderdiği yukarıdaki mektubun orijinali

Yine Hazret-i Üstad o günlerde yazdığı diğer bir mektubunda ise şöyle diyordu:
“Kendi Kur’ân’ımda bir nevi i’caz-ı Kur’ân’ı (tevâfukları) gösterir işaretler koymuşum. Bir zaman hayatta kalsam Hüsrev’in kerametli olan mübarek kalemi ile göze görünecek bir nevi sikke-i i’caziyeyi (tevâfuk mucizesini) gösterecek bir tarzda bir Kur’ân’ı yazdırmak inayet-i ilahiye’den temenni ediyorum.” [22]

Üstad Bediüzzaman’ın Hüsrev Efendi’ye gönderdiği yukarıdaki mektubun orijinali
Ahmed Hüsrev Efendi daha ilk aylar içinde fevkalâde bir muvaffakiyet gösterdi. Hissesine düşen ilk üç cüz’den ikisini yazıp Üstad Bediüzzaman’a gönderdiğinde bu işle mânen vazifeli şahsın Hüsrev Efendi olduğunu anlayan Hazret-i Üstad, hem onun bu işin baş vazifelisi olduğunu müjdeledi, hem de yazarken dikkat edilmesi gereken bazı noktaları sıralayan şu mektubu kaleme aldı:
“بِاسْمِه۪ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ اَسْرَارِ الْقُرْاٰنِ
Mübarek, sıddık, kıymetdâr kardeşim!
Yazdığın Kur’ân-ı Hakîm’in iki cüz’ü bana ispat etti ki, bu hizmet-i kudsiyede baş kitâbet (baş yazarlık) senin hakkındır. Arkadaşımızdan Arabî hattı çok mükemmel burada iki zatın yazdıkları iki cüz senin yazdıklarınla mukayese edildi. Çok geri kalmışlar. Gittikçe senin hattının güzelliği daha ziyade oluyor. İnşâallah bu hayr-ı azîme ve bu hizmet-i kudsiyeye tamamıyla muvaffak olacaksın. Yalnız başta tevâfukatta az inhiraf (kayma) var. Gittikçe intizama girmiş. Burada matbaaları ayrı ayrı ve sahifeleri muhtelif tarzda dört beş Mushafları mukabele ettik. Umumunda Lafzullah’taki tevâfuk umumen matlub olduğunu ittifaken itikad ettik ve gördük, şüphemiz kalmadı. Ve anladık ki Mushafların ve matbaaların müstensihleri yazılarında Lafzullah’ın matlub tevâfukatından başka diğer maksadları takib etmişler. Onun için Lafzullah’taki mu’cizâne tevâfukat-ı azime bir derece intizamdan çıkmış. İnşâallah senin kerametli kaleminle o tevâfukat intizama girer.
Senin tedbirine ve maharetine tam itimadımla beraber bunu derim ki, kolaylıkla mümkün olmak şartıyla; mesela ikişer iki tevâfuktansa, dörtlü bir tevâfuk daha güzeldir. Bir sahifenizde altı ve birisinde yedi Lafzullah tevâfukatı nazar-ı dikkati celbeder bir cemali var. Hem mürekkeb sabit olmak şartıyla parlak olmasını çok arzu ediyorum. Mümkün oldukça sönük olmamalı. Bahsettiğin bir kilo kadar mürekkebin alınması reyinize muhavveldir (bırakılmıştır). Fakat Lafzullah’tan başkaki tevâfukat öyle siyah mürekkeblerle az görünür. Hem sâir tevâfukat için lafz-ı Celal’in (Allah lafzının) tevâfukatını zayi etmemeli.
Mecmu-u Kur’ân’da lafz-ı Celâl’in adedinde çok sırlarını gördük. Mu’cizâne parlayan bir kaç sırlarını yazdık. Sonra size gönderilecek. Bana yazmak için niyet ettiğin Kur’ân-ı Hakîm’in başta yazıldığı takdirde mürekkeb parlak istiyorum. Yaldızla münasebettar Lütfî Efendi’yle meşveret et. Mümkünse Lafzullah yaldızla veya daha parlak bir mürekkeble ve sâir tevâfukatı görünecek bir tarzda yazılmasını ruhum çok arzu ediyor. Böyle bir Kur’ân benim için ne derece kıymetdâr olduğunu bununla anlayınız ki eğer Hüsrev’in kalemiyle arzu ve ümid ettiğim tarzda bir Kur’ân’ı biri bana verse hediyesini yüz altun lira istese bu fakir halimle beraber kabul edip kemal-i mesruriyetle alacağım. Çalışıp o borcu eda etmek için lüzum olsa hamallık dahi müftehirâne ve müteşekkirâne edeceğim.
Çünkü öyle bir Kur’ân kendini hem okutturacak, hem bâtın (iç) perdelerindeki hüsnü ve cemali (güzelliği) ihsas ettirecektir (hissettirecektir) fikrindeyim. Her neyse şimdilik bu kadar yeter. Bana yazdığın Yirmi Sekizinci Mektub evvelce yazdığın Mu’cizât-ı Ahmediye gibi beni mesrur etti. Ali Efendi kardeşimiz İ’caz-ı Kur’ân’ı (25. Söz’ü) tevâfukatını muhafaza etmek niyetiyle yeniden yazmak istiyor. Çok teşekkür ederim. Çendan o Hüsrev’in büyük kardeşidir (ağabeyidir). Fakat bu sanatta küçüğüdür. Onun tedbirinden ve yardımından istifade etmeli. Tâ Mucizat-ı Ahmediye (19. Mektub) gibi güzel olsun.
Başta muhterem mübarek vâlidemiz ve Re’fet Bey ve Lütfi Efendi ve Ali Efendi kardeşimiz ve Hasan ve Ömer [23] yeni kardeşlerimiz olarak umum dostlarımıza selam ve dua ediyorum.
Kardeşiniz Said Nursî” [24]
Hüsrev Efendi hattat olmadığı halde Hazret-i Üstad onun yazısında mânevî bir güzellik bulunduğunu hissediyor ve en güzel hattat yazılarına tercih ederek şöyle diyordu:
“Hüsrev Efendi bilsin ki yazacağı Kur’ân’ı âhir hayatıma kadar ondan okumak niyet etmişim… Onun hattında bir müstesnalık var. Onun hatt-ı Arabîsi ne kadar noksan olursa olsun en yüksek hat onun hattını görüyorum. Bu hizmet-i mukaddesede baş kitabetlik (kâtiblik) onundur. Onun için başta herkesten evvel ona gönderdim ki çabuk başlasın.” [25]
“Sıddık, mübarek ve kalemi kerametli ve hizmeti muvaffakiyetli ve kalbi selim ve aklı müstakim kardeşim ve arkadaşım Ahmed Hüsrev Efendi!
Siz çok yoruluyorsunuz, size acıyorum. Fakat çalışmanızın semeresini düşündükçe o şefkat, memnuniyet ve tebriğe inkılab ediyor. Senin kalemin Kur’ân yazmasına memur olduğuna kanaatim gelmiş. En güzel kalem, senin kalemine yanaşamıyor. Yalnız Hafız Ali senin arkandan seni taklid ederek geliyor. … Hüsrev Kur’ân hizmetinde bulunan kâtiblerin manevî bir şâhı hükmündedir demektir inşâallah.” [26]

Üstad Bediüzzaman’ın Barla’daki talebelerine yazdırıp Hüsrev Efendi ve iki arkadaşına gönderdiği yukarıdaki mektubun orijinali
Tevâfuklu Kur’ân yazma hizmetinde kendilerine başlangıçta üçer cüz verilmiş olan diğer Nur Talebeleri ise aynı neticeyi alamadılar. Bu vazifenin mânen Hüsrev Efendi’ye verildiğini anlayarak bu hizmeti ona bıraktılar. Onlar içinde hat sanatını en iyi bilen Şamlı Hâfız Tevfik bu durumu şöyle anlatır:
“En az arabî hattı olan bir kardeşime, Hüsrev’e, yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik.” [27]
Hüsrev Efendi’nin Yazdığı Tevâfuklu Kur’ân’ı Bediüzzaman’a Takdimi
Hüsrev Efendi, Tevâfuklu Kur’ân’ı 1932-1933 yıllarında ilk kez tamamlayıp, Barla’da bulunan Üstad’ına, bir mektubla beraber takdim ederken, bu işe başladığı zamandaki duygularını ve yazma esnasında karşılaştığı ilâhi lütufları, “Sevgili Üstad’ım, aziz hocam, efendim hazretleri! El ve ayaklarınızdan öperek, sıhhat ve âfiyetiniz için duâcıyım” diye başlayan hürmetkâr ve uzun bir mektubunda şöyle kaleme almıştı:
“Lâfza-i Celâl (Allah lafzı) ve lâfz-ı Rab tevâfukatı ile kelime tevâfukatını muhafaza etmek sûretiyle, bir Kur’ân-ı Kerîm yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüz’ün başlangıcında, o kadar müşkilâtla yazı yazıyordum ki, sevincimi yeis, şevkimi fütur (usanç) doldurmuştu. Esasen Arabî (nesih) hattımın hiç olmaması, ye’simi teşdid, füturumu tezyid ediyordu (yeis ve usancımı artırıyordu).
Sevgili Üstad’ım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken, Kur’ân-ı Azîmü’l-Bürhan’ın yardımı imdâdıma yetişti. Müşkilâtın yerini sürur, teessürün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için, namaz vaktinin uzamasını veyahut gurûbun olmamasını (güneşin batmamasını) temenni ediyordum. Bazen olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim.
Bazen olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur’ân’dan istimdad ederdim (yardım isterdim). Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum. Bazen en kolay yazılacak sahifelerde istimdadı bırakırdım. Elimde kalem gûya yazı yazmakta izhar-ı acz ederdi (âcizlik gösterirdi). Hatta bazen yanlış yazarak sahifeleri tebdil ettiğim (değiştirdiğim) olurdu.
Bu kadar teshilât arasında, Arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci defaki, yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok me’yûs oldum. Sonra da sevincimden mesrûrâne şükürler ettim.
Kur’ân’da mevcut tevâfukatı ile beraber yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe, şevkim artıyordu. Ümidin fevkınde (üzerinde) bir terakkiyat gördüm. Bu esnalardaki inâyetin (ilâhî yardımların) bir kısmı kalbe tulû’ ediyordu (doğuyordu). Bir kısmı idare-i taayyüşüme (geçimime) taallûk ediyordu (alakalıydı). Bir kısmı da yazı yazarken vuku’ buluyordu. Meselâ son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:
En son yazdığım sûre-i Tevbe’nin 197’nci sahifesinde altı lâfza-i Celâl mevcut. Dimağıma sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ اِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ âyet-i celîlesindeki iki tâne lâfza-i Celâl (Allah lafzı), tevâfuk harici kalmak sûretiyle yazmaya başladım. Vaktâki فَمَا كَانَ اللهُ daki lâfza-i Celâli yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi olmayacak, öyle ise üç bir, iki bir tevâfuk olsun dedim. Ben tevâfuk edecek lâfza-i Celâl’e yaklaştıkça, lâfza-i Celâl’ler tevâfuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım.
En nihayet hâl-i hâzır vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksat ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım. 198’nci sahifeyi yazdıktan sonra dikkat ettim. 197’nci sahifede tevâfuk harici bir satırdaki iki lâfza-i Celâl 198. sahifede aynı satır üzerindeki, iki lafza-i Celâl ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’ncu sahifede pek cüz’î bir inhiraf (kayma) ile -belki yarım santim kadardır- diğer bir lâfza-i Celâl’in üstünde olduğunu gördüm, اَلْحَمْدُ لِلهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın benim gibi alîl (hasta) pek çok ma’siyet (günah) ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum (sevince boğuldum).
Bu inayet ve muvaffakıyetler, fazilet ve mübecceliyette (yükseklikte), her şeye tefevvuk eden (üstün gelen) susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvâr (nurlandıran) bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelînin, hadsiz kerâmetlerinden bir kerâmeti ve nihayetsiz mucizelerinden, kıvılcım-misâl küçük bir lem’ası (parıltısı) idi. Cenâb-ı Hak dergâh-ı izzetinde kabul buyursa benim gibi, zillet ve meskenet (miskinlik) her tarafını kaplayan kusurlu, âciz, bir abd (kul) için, ne büyük bir saadet!
İşte sevgili Üstad’ım: Himmet-i âlîniz (yüksek mânevî yardımlarınız) ki; ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلاَكَ hitâb-ı izzetine (ilâhî hitabına) mazhar olan menba’-ı füyuzat (feyizler kaynağı) Aleyhissalâtü vesselam efendimizin himemât-ı kudsiyyeleri (kudsi yardımları) ile ve refik (yoldaş) olan Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şânın kerâmetleri ile ve Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud Hazretleri’nin müsâade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, Ümmet-i Muhammed (asm) için vasıta olup yazdırılan bu Kur’ân-ı Kerîm’i, size takdim ederken, fakir talebeniz, size ciddî bir talebe, hakiki bir kardeş, muti’ bir evlât ve Peygamber-i Zîşân Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallâk-ı Kerîm’e de kemter bir kul olabilmek dilekleri ile el ve eteklerinizden kemal-i ta’zim ve hürmetle öperim. Efendim hazretleri.” [28]
Mektubundaki ifadelerinde de görüldüğü gibi Hüsrev Efendi, bu hizmete, Allah rızası uğruna ve ümmet-i Muhammed’in menafaati için, acz ve fakrının şefaatiyle ve tam hâlis bir niyetle koyulmuştu. Bu hâliyle tevâfuk mucizeli Kur’ân’ın kâtibi olmaya tam bir liyakat kazanmıştı. İşte bu sebebledir ki, Allah’ın izni ve lütufları, Kur’ân’ın kerâmetleri, Hazret-i Peygamber (asm) Efendimiz’in kudsî yardımları ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin mânevî himmetleriyle, Kur’ân’ın Asr-ı Saadet’ten beri kimseye nasib olmayan bir mucizesini [29] göstermeye vasıta olmak gibi çok büyük bir hayra vesile olmuştu. Kur’ân’ın elmas kalemli, altın başlı bu kâtibini, değil yalnız Üstad ve Nur Talebeleri, ruhânîler ve melekler de alkışlıyorlardı. [30]

Ahmed Hüsrev Efendi’nin yazdığı Tevâfuklu Kur’ân’dan 422. sayfa
Üstad’ın Tevâfuklu Kur’ân’dan Duyduğu Memnuniyet
Hüsrev Efendi’nin tevâfuk mûcizeli Kur’ân’ı yazarak Üstad’ına teslim etmesi Bediüzzaman Hazretleri’ni son derece memnun etmişti. Hüsrev Efendi’nin bu işteki harika muvaffakiyetini, Üstad Bedîüzzaman takdirlerle şöyle ilan eder:
“Yeni yazdığımız ve İnşâallah yakında da tab edeceğimiz Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bütün lafza-i Celal ve lafz-ı Rab gâyet istisna ile mâni’dar tevâfukla muntazaman sıra ile birbirlerine bakmalarıdır. Hatta müteaddid yerlerde ehl-i kalb ve ehl-i hakikat demişler: Bu tarz yazı Levh-i Mahfuz’un yazısına benziyor ve ona yakındır, diye hükmetmişler.” [31]

Yukarıdaki mevzunun tevâfuklu Risale-i Nur’daki aslı
Sonraki yıllarda yazdığı başka bir mektubunda ise şu takdirkâr satırları kaleme alır:
“Kur’ân’ın gözle görülen bir nevi lem’a-i i’câziyeyi, beş-altı Mushaf’ta işaretler yaptım, hatt-ı arabî-i Kur’ânîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı arabî-i Kur’ân’da Hüsrev onlara yetişemediği halde, birden umum o kâtiblere ve hatt-ı arabî muallimine tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı arabîde, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: “Evet bizden geçti, biz ona yetişemiyoruz” dediler. Demek Hüsrev’in kalemi, Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’ın ve Risale-i Nur’un mucizevâri kerâmetleri ve hârikalarıdır.” [32]
Başka bir mektubunda ise, Hüsrev Efendi’nin yazdığı bu Kur’ân ile kazanacağı büyük sevabları kendisine şöyle müjdeler:
“Ey Hüsrev! … Senin yazdığın mûcizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif’te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle.” [33]
Tevâfuklu Kur’ân Levh-i Mahfuz’daki Kur’ân’a Benziyor
Üstad Bediüzzaman’ın yeni yazılan Tevâfuklu Kur’ân hakkında, takdir ve sevinçle haber verdiği en büyük müjdelerden birisi, şüphesiz onun Levh-i Mahfuz’da yazılı Kur’ân’ın aslına benziyor olması müjdesiydi. Her şey gibi, Kur’ân’ın da Levh-i Mahfuz’da yazılı olduğunu, “Bil’akis o, şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’dadır.” [34] âyeti açıkça bildirmektedir. Başka bir âyet ise Levh-i Mahfuz’daki o Kur’ân’ın meleklerce yazıldığından şöyle bahseder:
“O Kur’ân (Levh-i Mahfûz’da) çok muteber, yükseltilmiş, tertemiz sahîfelerdedir. Makbul, itâatli kâtiblerin (meleklerin) elleriyle (yazılmıştır).” [35]
Resul-ü Ekrem (asm) Efendimiz’in hayat-ı saadetleri zamanında âyetler inmeye devam ettiğinden, vefatına kadar, Kur’ân tek bir kitab içinde toplanmış değildi. Resul-ü Ekrem (asm) her bir âyet nâzil olduğunda ashâbına, Cebrail (as)’ın bildirdiği üzere bu âyeti, falan sûrenin, falan sırasına yazınız diyerek bizzat yerlerini söylerdi. Hazret-i Peygamber’in (asm) âhirete irtihalinden sonra ise, Hazret-i Ebubekir (ra) ve Hazret-i Osman (ra) zamanlarında Zeyd b. Sâbit (ra) başkanlığında kurulan heyetler tarafından yapılan çalışmalarla Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in (asm)’ın tarif ettiği âyet ve sûre tertibiyle sahabe efendilerimiz tarafından kitablaştırılarak muhafaza altına alınmıştır.
Bu çalışmalar neticesinde iki kapak arasında bir Mushaf haline gelen Kur’ân-ı Kerîm’in yazıları ise, asırlar boyunca mübarek Kur’ân hizmetkârları olan hattatlar eliyle devamlı geliştirilmiş, farklı sayfa ölçüleri ile pek çok Mushaflar yazılmıştır. Kur’ân yazma sanatı ile birlikte sayfa düzeni de zaman içerisinde gelişip güzelleşerek hattatların elinde bir tekâmül göstermiştir. Bilhassa Osmanlı Hilafeti’nin devam ettiği asırlarda, İstanbul’da büyük hattatlar yetişerek Kur’ân yazısı ve hat sanatını çok ileri noktalara taşımışlardır. Bundan dolayı, “Kur’ân Arabistan’da nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü, İslâm Dünyasında meşhur olmuştur.
Tevâfuklu Kur’ân’dan yarım asır önce, “Ayet-berkenar” sayfa düzeninin bulunmasıyla Levh-i Mahfuz’daki Kur’ân’ın benzerini yazmaya giden yolun kapısı açılmıştı. Bundan yaklaşık elli sene sonra ise Hüsrev Efendi, o kapıdan girerek, Bedizüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle:
“Asr-ı saâdetten beri böyle hârika bir sûrette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kâdir olmadığı hâlde, Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e; “Yaz!” emri buyurulmasıyla, Levh-i Mahfûz’daki yazılan Kur’ân gibi” [36] bir Kur’ân’ı yazıp ümmetin istifadesine sunmakla çok büyük bir şerefe nail oldu.
Her asırda, o asrın ihtiyacına göre Kur’ân’ın bazı nurları ihsan edilmiştir ve her asrın Kur’ân’dan kendine göre bir hissesi vardır. Kur’ân’a her yönden taarruzların başladığı 20. asırda ise Rabbimiz, Üstad Bediüzzaman’ın eliyle Kur’ân hakikatlerini ispat eden Risale-i Nur’u ihsan ettiği gibi, Kur’ân’ın yazısındaki gözle görülen bir mucizesini de yine Üstad Bediüzzaman’ın keşif ve tarifiyle ve Risale-i Nur’un başkâtibi Ahmed Hüsrev Efendi’nin eliyle ehl-i imana lutfetmiştir. Böylece, mâneviyatın zayıfladığı, gözüyle görmediğine inanmakta zorlanan insanların yaşadığı bu maddeci asırda, Kur’ân’ın gözle görünen maddî bir mûcizesi ortaya çıkmıştır. [37]
Kur’ân’ın Tevâfuklu Kur’ân’a İşareti
“Ne yaş, ne kuru, hiçbir şey yok ki apaçık bir kitabda (Kur’ân’da) bulunmasın!” [38] âyetinin işaretiyle -derecesine göre- her şey Kur’ân’da vardır. Allah’ın sonsuz ilminden geldiğine binaen, şu âlemde olan hemen her şeyi Kur’ân-ı Kerîm, genel hatlarıyla açıkça ders verdiği gibi, olmuş ve olacak bütün her şeye de çeşitli derecelerde işaretler ederek, onları da içine alır. Tek bir kitab olduğu halde, günümüze kadar binlerce cild tefsirinin yapılmış olması bu hakikatin bir ispatıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu âyetin tefsirini yaparken, her şeyin Kur’ân’da nasıl yer alabildiğine şöyle bir açıklık getirir:
“Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira çeşitli derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen hulâsaları, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya açıkça, ya işaretle, ya remizle, ya kapalı olarak, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve Kur’ân’ın maksadlarına münasib bir tarzda ve makamın gereği münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.” [39]
Bu prensibden yola çıkan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın Levh-i Mahfuz’daki aslî yazısına benzeyen ve Kur’ân’ın mühim bir mucizesini bu asırda gözlere gösteren Tevâfuklu Kur’ân’ın yazıldığı seneye Kur’ân’da bir işaret bulmuş ve göstermiştir. Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberleri bulup çıkarmada kullanılan sırlı bir ilim olan “Cifir İlmi”nin, “Ebced Hesabı” [40] düsturu ile bu tarihe Kur’ân şöyle işaret eder:
“Kudsî Bir Tarihçe: Kur’ân-ı Hakîm’in mühim bir sırr-ı i’cazîsinin zuhur ettiği senenin tarihi, yine lafz-ı Kur’ân’dadır. Şöyle ki:
Kur’ân kelimesi, ebced hesabıyla üç yüz elli birdir. İçinde iki elif var; mahfî elif “Elfün” okunsa, bin mânâsındaki “Elfün”dür. Demek 1351 (m.1932) senesine, Sene-i Kur’âniye tabir edilebilir. Çünki Lafz-ı Kur’ân’daki tevâfukatın sırr-ı acibi, Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur’ân’daki Lafz-ı Celal’in i’cazkârâne sırr-ı tevâfuku, aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i’cazîyi (yazıdaki bir mucizeyi) gösterecek bir Kur’ân’ın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı Kur’ân’ın tebdiline karşı, Kur’ân şâkirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’ânîyi muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur’ân’ın mühim ezvak-ı i’caziyesi, aynı senede tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur’ân ile çok münasebetdar hâdisat olmuş ve olacak gibi…” [41]
Kur’ân-ı Kerîm’in, üstelik “Kur’ân” kelimesi içinde, Tevâfuklu Kur’ân’ın keşfedilip yazılmaya başlandığı bir tarihi göstermesi, bu keşfin Kur’ân nazarında ne kadar makbul bir hizmet olduğunu ve Kur’ân’a yapılan hizmetler tarihinde gayet mühim bir keşif olduğunu bizlere çok latif ve sırlı bir şekilde müjdelemektedir. Bediüzzaman Hazretleri sırf bu sırrın ortaya çıkması için 29. Mektub’un üçüncü ve dördüncü kısımları ile Rumuzat-ı Semâniye adında üç farklı risale te’lif etmiş ve Hüsrev Efendi de Risale-i Nur Hizmeti’nin yanında ömrünün tam kırk beş senesini bu hizmete sarf etmiştir! Başta Bediüzzaman Hazretleri ve Hüsrev Efendi olmak üzere emeği geçen herkesten Allah ebediyen razı olsun! Âmin…