Abdulkâdir-i Geylânî’nin Kasidesinde Bediüzzaman’dan, Risale-i Nur’dan ve Nur Talebelerinden Bahsetmesi

Abdulkâdir-i Geylânî’nin Kasidesinde Bediüzzaman’dan, Risale-i Nur’dan ve Nur Talebelerinden Bahsetmesi

Barla’da Risale-i Nur’un te’lif ve hizmetiyle geçen yılların son senesinde, 1933’ün sonbaharına gelindiğinde Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine büyük, müjdeli bir haber verdi. Sekiz asır evvel yaşamış ve Âl-i Beyt’ten çıkan dört büyük kutb-u azamın en büyüğü, harika kerâmetleri ile meşhur ve zamanındaki sultanların heybetinden titrediği büyük veli Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî Kuddise Sirruh Hazretleri, yazmış olduğu bir kasidesinde Bediüzzaman’dan, Risale-i Nur’dan ve Nur Talebeleri’nden bahsediyor, onları cesaretlendirerek çok ağır şartlar altında yapacakları iman hizmetine onları teşvik ediyordu.

Şeyh Geylânî (ks), bu beş satırlık kasidesinde elbette dindeki imtihan sırrına zıt bir şekilde açık ifadelerle konuşmuyordu. Fakat hitab ettiği zatın vasıfları, birebir Bediüzzaman Hazretleri ile münasib düşüyor ve son satırında “Said” ismini açıkça zikrediyordu.

Üstad Bediüzzaman bu kasideyi ne maksadla şerh ettiğine dair şu açıklamayı yapar:

“Hazret-i Şeyh-i Geylânî, hizmet-i Kur’âniye’ye nazar-ı dikkati celbetmek ve o hizmet-i Kur’âniye, âhir zamanda dağ gibi büyük bir hâdise olduğuna işaret etmek için, -şu hizmette istid’ât ve liyakatımın pek fevkinde (üzerinde) bulunması ve fedâkar, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil de belki sebkatiyet (hizmeti geçme) noktasından- kerametkârâne ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandan beri düşündürüyordu. ‘Acaba bunun izharında (göstermekte) mânevî bir zarar bana terettüb eder mi, bir gurur, bir hodfüruşluk getirir mi?’ diye sekiz-on senedir üzerinde tevakkuf ettim (durdum).

Bu günlerde izharını bir ihtar ile hissettim. Hem kalbime geldi ki: Hazret-i Şeyh bana bir pâye vermiyor. ‘Belki Said isminde bir müridim hem bir hizmette bulunacak. Hem fitne ve belâlardan izn-i ilâhî ile ve Şeyhin duasiyle ve himmetiyle mahfuz kalacak.’ Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek, sekiz yüz senelik bir mesafede görünen, hizmet-i Kur’âniye’nin şâhikasıdır; yoksa Said gibi karıncalar değil.

Mâdem bu keramet-i Gavsiyeyi ilân ve izhardan, Kur’ân şâkirdlerinin ve hizmetkârlarının şevki artıyor, elbette arkalarında Şeyh-i Geylânî gibi kahramanlar kahramanı zatlar himmet ve dualarıyla ve izn-i ilâhî ile himaye ettiklerini bilseler, şevk ve gayretleri daha artar.” [1]

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın gelecekten işaretle verdiği haberlerin bulunmasında kullanılan ebced hesabı ile yaptığı tahlillerle, bu kasidede Hazret-i Şeyh’in kendisine ve bir kısım önde gelen talebelerine hitab ettiğini ve kendi hayatından mühim hâdiselerin tarihlerine işaret ettiğini gösteriyordu:

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’ye ait Mecmuatü’l Ahzab’da yer alan Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri’nin kasidesi

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’ye ait Mecmuatü’l Ahzab’da yer alan Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri’nin kasidesi

Bu sırlı kasidenin meali şöyledir:

“Her tehlike ve sıkıntıda bizimle tevessül et.

Himmetimle her şeyde her zaman sana yardım edeyim.

Ben müridimi korktuğu her şeyden muhafaza edenim.

Onu her kötülük ve fitneden korurum.

Müridim şarkta ve garbda olduğu zaman;

Her hangi bir ülkeye gittiğinde ona yardım ederim.

Ey benim nazmımı okuyan! Onu söyle ve korkma!

Çünkü şüphesiz sen inayet gözüyle korunmaktasın.

Muhlis olarak Allah için vaktin Abdülkâdir’i ol.

Benim muhabbetimle Said ve sadık olarak yaşarsın.” [2]

Üstad Hazretleri bu kasidenin şerhi için uzun ve müstakil bir risale yazmış ve Sekizinci Lem’a olarak Lem’alar mecmuasına dahil etmiştir. Sonraki yıllarda bu emsal dört risale daha te’lif ettikten sonra, bunları Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında bir araya getirmiştir.

Yukarıdaki satırların izahı, Üstad’ın yaptığı izahlara ve tarihçe-i hayatına dayanarak şöyledir:

1- “Her tehlike ve sıkıntıda bizimle tevessül et. Himmetimle her şeyde her zaman sana yardım edeyim.”

Üstad’ın çocukluğu bahsinde geçtiği gibi, küçüklüğünden itibaren her sıkıntılı zamanında Hazret-i Şeyh’i vesile yaparak kendisinden himmet istediğini ve her defasında harika bir şekilde onun yardımlarını gördüğünü anlatır. Van Kalesi’nden düşüp harika bir şekilde kurtulmasında, Rusya’daki esaretinden firar etmesinde, Eski Said devrinden Yeni Said’e geçtiği mânevî buhranında olduğu gibi hayatı boyunca en mühim ve en tehlikeli zamanlarda Şeyh Geylânî (ks) Hazretleri’nin biiznillah yardımı sayesinde kurtulmuştur.

2- “Ben müridimi korktuğu her şeyden muhafaza edenim. Onu her kötülük ve fitneden korurum.”

“Müridim” kelimesinin ebced değeri 265 etmekle Molla Said ismine, hem diğer bir hesabla 294 etmekle, Üstad’ın hicrî doğum tarihi olan 1294 tarihine tevâfuk eder. Demek Şeyh Geylânî Hazretleri, 1294’de dünyaya gelecek Molla Said isminde bir müridine hitab etmekte ve onu koruyacağını haber vermektedir. Üstad Bediüzzaman’ın, ne cihetle Hazret-i Şeyh’in müridi olduğu hakkında kendisi şu açıklamalarda bulunur:

“Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafındaki ahali Nakşî Tarikatı’nda ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdad ederken (meded isterken), ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylânî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur” derdim. Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risaletten (asm) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediyordum. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.

Sonra bir inâyet-i ilâhiyye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i Şeyhin “Fütûhü’l-Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektubta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyh’in himmet ve irşadiyle eski Said yeni Saide inkılâb etmiş. O Fütûh-ül-Gaybın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı: (Sen darul hikmettesin. O halde kendine kalbini tedavi edecek bir tabib ara!) yani, “Ey bîçâre! Sen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de bir âza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevî hastalıklarını tedavi ediyorsun. Hâlbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.” (Hazret-i Üstad tam o sırada Dârü’l-Hikmet âzâsı olarak Meşihat-i İslâmiye’de çalışıyordu!) İşte o vakit, o tefe’ül sırriyle, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyyen anladım.

O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütûh-ül-Gayb” kitabında “Yâ gulâm!” (ey oğul) tâbir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz’ ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. “Eyyühe’l-münafık” “ey dinini dünyaya satan riyakâr” diye diye levm ediyordu. Kitabın yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” [3]

Hazret-i Şeyh’in ifadesinde geçen her türlü şer ve fitneden korunması hakkında Hazret-i Üstad şu izahlarda bulunur:

“Evet hürriyetten (meşrutiyetin ilanından) yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir sûrette Gavs’ın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve tehlikelerden bir gaybî muhafaza ile kurtulmuştur. [4]

Yine Şeyh Hazretleri’nin kendilerini muhafazası hakkında şunları söyler:

“Bunun gibi pek çok tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği arabî tarih itibariyle, hakikaten bir hıfz-ı ilâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenâb-ı Hak o kudsî Üstad’ımı, koruyucu bir melâike gibi bana muhâfız kılmış.” [5]

Şeyh Geylânî, kasidesinin bu satırında, ebced hesabıyla Birinci Cihan Harbi’nde Üstad’ın harb esnasında harika bir şekilde korunduğu tarihe işaret etmektedir. Aynı yerde Üstad, Hazret-i Şeyh’in kendisini harbde nasıl muhafaza ettiğini ise şöyle anlatır:

“Nev’-i beşere gelen en büyük bir musibet Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği arabî tarihte veya az evvel, hârika bir sûrette kurtuldum. Hatta bir defa, bir dakikada üç gülle (kurşun) öldürecek yerime bana isabet ettiği halde te’sir etmediler. Bitlis’in sukutunda (Ruslar’ın eline düşmesinde), bir mikdar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her taraftan üzerimize el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyorlardı. Otuz dört saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı ilâhî ile istirahat-ı kalb içinde muhafaza edildim.” [6]

3- “Müridim şarkta ve garbda olduğu zaman; her hangi bir ülkeye gittiğinde ona yardım ederim.”

Bu satırın izahı şöyledir: “İşte bu fakir, o tarih-i arabîde (1337-1918) Rus esaretinden, tek başımla Petrograd’dan (Petersburg) bir ay şimal-i şark (kuzeydoğu) tarafından firar edip, çok enva-i mehâlik (tehlikeler) varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı (ülkeleri) seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarîkiyle İstanbul’a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, o esaret-i şarkıye (doğu esareti) ve o seyr-i bilâd-ı kesîre (çok ülkeleri gezme) içinde izn-i ilâhî ile istiğaseme meded (Gavs’tan yardım istediğimde yardım) görüyordum. Demek izn-i ilâhî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasiyle yapmış.” [7]

4- “Ey benim nazmımı (şiirimi) okuyan! Onu söyle ve korkma! Çünkü şüphesiz sen inayet gözüyle korunmaktasın.”

“Şeyh Geylânî, Bediüzzaman Molla Said namıyla yâdolunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: “Benim nazmımı, yani meslek ve meşrebimi ve mücâhedatımı gösteren makalâtımı söyle; yani nazmımdan murad, senin risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır… Evet, “münşiden” İlm-i Cifir’le (ebced hesabıyla) “Molla Said”i gösterdiği gibi “nazmî” (benim nazmım) ile Risaletü’n-Nur’u gösterir. “Onu söyle ve korkma” 1332’yi (1914’ü) gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır (cihadının başlangıcıdır). O tarihte “İşârât-ül-İ’caz Tefsiri”nin neşriyle mücahedeye başlamış.” [8]

5- “Muhlis olarak, Allah için vaktin Abdülkâdir’i ol. Benim muhabbetimle Said ve sadık olarak yaşarsın.”

“Vaktin Abdulkadir’i ol!” cümlesindeki “Kâdirî” kelimesi, ebced hesabıyla, Hazret-i Üstad’ın hem “Bediüzzaman Said” isimleri birlikte, hem de “Nursî” lakabının rakamı olan 325’e tevâfuk etmekle, bulunduğu asrın Abdulkadir-i Geylânî gibi bir vazifelisi olacak zatın “Bediüzzaman Said Nursî” olduğuna işaret etmektedir. Hem hicrî 1325 (1908) senesinde İstanbul’a gidip mânevî cihadına başladığı tarihi göstermektedir.

Hem bu satırda, “Taîşu Saiden” (Said-mesud olarak yaşarsın) ibaresi açıkça ismini gösterdiği gibi, kimseden bir yardım kabul etmediği halde maişet yönünden mesut bir hayat süreceğine de işaret edilmektedir.

HAZRET-İ ŞEYH’İN ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’A İSMİYLE İŞARET ETMESİNİN SIRRI

Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (ks) Hazretleri, kasidesinde iki yerde Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ismini “Said” diye açıkça zikretmekteydi. Eskiden beri büyük zatlar, kendilerinden çok sonra gelen bazı büyüklerden haber vermişler, bir cihette onların hizmetlerini alkışlamışlardı. Fakat açıkça ismini zikretmeden, üstü kapalı îma ve remizlerle işaretlerde bulunmuşlardı. Hazret-i Şeyh’in, neden “Said” ismini açıkça zikretmeyi tercih ettiğini, Bediüzzaman Hazretleri, gâyet tevazu ve mahviyet duyguları içinde şöyle açıklamaktadır:

“Şeyh-i Geylânî o meşhur kaside­sinde sarâhat derecesinde (açıkça) Hizbü’l-Kur’ân’dan (Nur Talebeleri’nden) bahsettiği gibi ‘Virdü’l-Işâ’ münâcâtında dahi mezkûr âyete istinâden, Hizbü’l-Kur’ân’ın bir hâdimini (Üstad Bediüzzaman’ı) tasrîhen (açıkça) ve arkadaşlarını işaret derecesinde haber veriyor. Gavs-ı Âzam’ın (Abdülkâdir-i Geylânî’nin) istikbâlden ** (Üstad’dan ve Nur Talebeleri’nden)** haber verdiği nev’in­den meşhur Şeyhülislâm Ahmed-i Câmî (ks) dahi, İmâm-ı Rabbânî olan Ahmed-i Fârûkî’den (ks) haber verdiği gibi; Celâleddîn-i Rûmî (ks) Nakşbendîler’den haber vermiş. Daha bu nevden çok evliyâlar, vâkıa mutâbık (gerçeğe uygun) haber vermişler. Fakat onların bir kısmı sarâhate yakın haber vermişler. Diğer bir kısmının haberleri ise, çendân (gerçi) bir derece mübhem (kapalı) ve mutlaktır. Fakat bahsettikleri zâtlar makam sâhibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri (bilinirlikleri) cihetiyle o mübhem ihbâr-ı gaybîyi bil’istihkak ken­dilerine almışlar.

Meselâ, Ahmed-i Câmî demiş ki: ‘Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.’ Yani o elfin (ikinci binin) müceddididir. İşte böyle mutlak bir sûrette söylediği halde, İmâm-ı Rabbânî’nin büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat’î olarak kendine almış. [9] Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de Nakşibendî’den mübhem bir sûrette bahsetmiş. Fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları, o haberi de bil’istihkak (hakkederek) kendilerine almışlar. İşte bu kerâmetkârâne ihbâr-ı gaybî nev‘inden Gavs-ı Âzam kuddise sırruhû dahi, Hizbü’l-Kur’ân’dan işârî bir sûrette haber verdiği gibi, Hizbü’l-Kur’ân’ın bir hâdimi olan bu bîçâre Said’i iki yerde sarâhaten (ismini açıkça zikrederek) haber veriyor.

Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı şudur ki: Bu bîçâre Said, makam sâhibi olmamışken ve büyük değil iken ve mutlak tabîri teşhîs edecek bir teşahhusu (farklı tarafı) yokken, lütf-u İlâhî ile büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Âdetâ bir nefer iken, müşîriyet (general) makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki, Hazret-i Gavs öteki evliyâya muhâlif olarak yalnız işaretle kalmayıp, sarâhat derecesinde parmağını onun başına basıyor.

Evet, sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vâkıalar var. Kendimi hiçbir vecihle kerâmete lâyık görmediğim için, onları bazen tesâdüfe, bazen de başka esbâba isnâd ediyordum. Şimdi kanâatim geliyor ki, o hârikalar Gavs-ı Âzam’ın bir silsile-i kerâmetini teşkîl ediyorlar. Demek onun duâsıyla ve himmetiyle, ona kerâmeten ve bize ikrâm nev’inden bir nevi inâyet-i ilâhiyeye mazhar olmuşuz.” [10]

GAVS-I ÂZAM’IN MÜJDESİNİN NETİCESİ

Bediüzzaman Hazretleri, Gavs-ı Âzam Şeyh Abdülkâdir Geylânî Haz­ret­le­ri’nin daha başka haber ve işaretlerini de bu risalesinde anlatır. Bütün bu işaretlerden Nur Talebeleri’nin almaları gereken hisseyi ise şu satırlarla ifade eder:

“Ey benimle beraber Hazret-i Şeyh’in teveccüh ve duasına mazhar kardeşlerim! Şu Üstad’ımız, bizi istikbalde adem zulümatı (yokluk karanlıkları) içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mâzide mevcud ve nur perdeleri içindeki Üstad’ımızı ve Üstad’ımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü’l-âlemin Aleyhissalâtü Vesselam Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek (dayanmamak) lâyık mıdır? Mâdem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara îtimad edip ve emirlerine bilâ kayd u şart (kayıtsız şartsız) itâat etmeliyiz.

Ehl-i dünyanın telsiz telgraf ve telefonları şarktan garba gittiği gibi, işte ehl-i hakikatin de mâziden, dokuz yüz sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle mânevî telefonları işleyebilir ve mânevî teleskopları görebilir… Hazret-i Şeyhin bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin ictimaında (birleşmesinde) hiç şek ve şüphe bırakmadı ki: Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur’ân-ı Hakîm’in şâkirdlerine biiznillâh üstadlık ediyor; bihavlillâh şefkati altında himaye ediyor.” [11]

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, böyle büyük zatların işaretlerine ve hayatı boyunca pek çok harikalara mazhar olmasına rağmen ziyaretine gelenlere: “Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir (general) makamının evamirini (emirlerini) tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum.” diyordu.

Bu sözler üzerine bazı insanların, “Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-i hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik” dediklerini hallerinden anlayan Hazret-i Üstad, kendisi üzerinde görünen harikaları tamamen Allah’ın bir lütfu olduğunu gösteren şu hârika izahları yapar:

“Nasıl ki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah namına feriklere, paşalara hedaya-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnetdar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, ‘Bu âdi nefere neden tenezzül edip, elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?’ deseler, mağrurâne bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi; vazifesinin haricinde müşire kıyam etmezse (ayağa kalkmazsa), kendini ondan yüksek görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcub kalmamak için, o hali gören ve bilen padişah -elbette o neferini mahcub etmemek için- matbah-ı şahaneden (padişahın mutfağından), sadık hizmetkârının muhterem misafirine tabla (sofra) gönderir; öyle de: Kur’ân-ı Hakîm’in sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur’ân namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında, kendine medar-ı gurur bulamaz.. ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları, o bîçare hizmetkâra velayet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar; elbette hakikat-i Kur’âniye’nin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki, o hizmetkârını mahcub etmemek için, hazine-i hassa-i ilahiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali (karışması) olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin.” [12]

[1] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 147 Geri
[2] Osmanlıca Sikke-i Tadik-i Gaybî, s. 143 Geri
[3] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 145 Geri
[4] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 153 Geri
[5] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 155 Geri
[6] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 155 Geri
[7] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 155 Geri
[8] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 154 Geri
[9] Ahmed Câmî Hazretleri, miladî 12. asırda yaşamıştır. Kendisinden dört yüz sene sonra gelen İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fârukî Hazretleri ise miladî 16. asırda yaşamıştır. Ondan dört yüz sene sonraki asır ise 1900’lü yıllara tekâbül eden geçtiğimiz 20. asırdır. Geri
[10] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 159 Geri
[11] Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 152 Geri
{ {< referans “ref_12” “[12] Osmanlıca Kastamonu Lâhikası, s. 176” “#source_12” >}}