Risale-i Nur’un Mâhiyeti, Telifi ve Neşir Şekli
İçindekiler
Risale-i Nur’un Mahiyeti
Son birkaç asırdır, Müslümanlar’ın dinde gösterdikleri gevşemenin bir neticesi olarak İslâm Dünyası maddi mânevî büyük bir gerilemenin içerisine düşmüş, batı kaynaklı dinsizlik cereyanları Âlem-i İslâm’ı sarsmaya başlamıştı. Bunun neticesinde, imanlar zayıflamış, İslâm ahlakı bozulmuş, birlik beraberlik dağılmış, Müslümanlık şuuru oldukça zedelenmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu dertlerin asıl kaynağının, “iman zayıflığı” olduğunu, imanı güçlendirmedikçe hiçbir yere varılamayacağını kat’iyen teşhis etmişti. Bu yüzden bütün hayatını imanın takviyesine ve imansızlık hastalığının tedavisine vakfetmiş, eserlerini hep bu maksada hizmet için yazmıştır. İmana dair yazdığı yüz otuz risalenin tamamına ise ‘Risale-i Nur Külliyatı’ [1] adını vermiştir. Şimdi Bediüzzaman’ın, “Netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım” dediği Risale-i Nur’un bazı temel hususiyetlerinden bir nebze bahsedeceğiz.
Risale-i Nur Kur’ân’ın Mânevî Bir Tefsiridir
Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiridir. Fakat tefsirlerin çoğunlukla yaptığı gibi âyetleri, cümle cümle, kelime kelime tefsir etmez. Onun yerine, bu asır insanlarının çok daha fazla ve aciliyetle muhtaç oldukları Kur’ân hakikatlerini izah ve ispat eden mânevî bir tefsirdir.
Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Kur’ân tefsirindeki yerini bizzat kendisi şöyle açıklar: “Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle (delillerle) beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel (özet) bir tarzda derc ediyorlar (alıyorlar). Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid filozofları susturan bir mânevî tefsirdir.” [2]
Buradan anlaşılıyor ki Risale-i Nur, zamanın imansızlık asrı olması sebebiyle, Kur’ân’ın en temel esasları olan iman hakikatlerini, yine Kur’ân âyetlerinin mânâlarına dayanarak izah ve ispat etmeye ağırlık vermiş mânevî bir tefsirdir. Bu noktada bir numune olarak âhiret inancını kuvvetli delillerle ispat eden “Haşir Risalesi” hakkında Üstad şunu söyler:
“Sözler’deki hakaik ve kemalât benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir (süzülmüştür). Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniye’den süzülmüş bazı katarattır (damlalardır). Sâir risaleler dahi umumen öyledir.” [3]
Ayrıca Risale-i Nur; ibadet, Sünnet-i Seniyye, güzel ahlak gibi Kur’ân hakikatlerini, bunların nasıl yapılacaklarından ziyade, niçin yapılması gerektiğine dair son derece ikna edici ve insanı uygulamaya sevk eden bir tarzda izah eder. Çünkü bunların nasıl yapılacakları biliniyor ve önceki kitablarda yeteri kadar işlenmiştir. Önemli olan insanların bunların yapılmasının lüzumuna hakkıyla inanmaları ve yerine getirmeleridir.
Nur Risaleleri verdiği iman dersleriyle, insanlara kuvvetli, tahkikî bir imanı kazandırarak dünyanın geçiciliğini, insanın dünyadaki vazifesinin büyüklüğünü idrak ettirir. Hem İslâm dini ve Sünnet-i Seniyye üzere yaşamanın insanın bu dünyada da, öbür dünyada da mesut olabilmesi için şart olduğunu tam mânâsıyla ders verir. Risaleler, bu şekilde insanın hayatına bir istikamet veren ve onu kemale doğru sevk eden mânevî bir Kur’ân tefsiridir.
Risale-i Nur Hak Bir İlhamdır
İlham, Allah tarafından kalbe gelen mâna demektir. Allahü Teâlânın kullarına ilhamda bulunduğu Kur’ân ve sünnetle sabit bir hakikattir. Kur’ân’da insanlara ilhamda bulunulduğu şu âyetle bildiriliyor: “Sonra da ona (o kişiye) günâhını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itâat olduğunu bildirerek)ilhâm edene (yemîn olsun)!” [4]
Yine Buhârî ve Müslim’de geçen bir hadiste, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar kimseler vardı. Eğer benim ümmetimde de ilhama mazhar bir kişi varsa, şüphesiz o Ömer’dir.” [5]
İslâm Tarihi boyunca, Hazret-i Mevlânâ, Abdülkâdir-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi pek çok büyük zatlar ilham eseri olan kitablar kaleme almışlardır. Onlardan birisi de şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir.
Hazret-i Üstad, risalelerin kalbine doğan ilhamlarla yazıldığını eserlerinde pek çok defa dile getirmiştir. Gerek te’lifi esnasında yanında bulunan talebelerinin şehadeti, gerek bu derin ve misilsiz hakikatleri Kur’ân’dan başka hiçbir kaynak kitab yanında bulunmaksızın ve gayet süratle bir defada yazdırması, hatta gayet hızlı yazan kâtiplerin yetişmekte zorlanmaları, gerekse yazılan risalelerdeki olağanüstü ilmî yükseklik Hazret-i Üstad’ın bu davasını ispat eder mahiyettedir. Üstad’ın bu mes’eleye dair ifadelerinden bazıları şöyledir:
“Risaletü’n-Nur sâir te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir (ilham olunmuştur).” [6]
“Aziz kardeşlerim! Üstad’ınız lâyuhti (hatasız) değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki: Bir seyyie, bir hata görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.
Hakaika dair mesailde (meselelerde) külliyatları ve bazen de tafsilâtları sünuhat-ı ilhamiye nev’inden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telakkisine (anlaşılma tarzına) dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünki hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.” [7]
“Sesim yetişse, bütün Küre-i Arz’a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler; fakat benim değildirler, Kur’ân-ı Kerîm’in hakaikinden (hakikatlerinden) telemmû etmiş şualardır (parlamış ışıklardır).”
“Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i ilâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir kerâmet-i Kur’âniye olmazsa nedir?” [9]
“Elli-altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebeiyet eden (gelişmelere göre hareket eden) ve tedkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor.” [10]
Bu hakikate risalelerin te’lifi esnasında yanında bulunan talebeleri şöyle şehadet ediyorlar:
“Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk, Üstad’ımız da söylüyordu. Yanında hiç kitab yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet sür’atli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte, otuz kırk, daha fazla sahife yazıyorduk.” (İmzalar) Daimî hizmetkârı: Abdullah Çavuş; hizmetkârı ve müsvedde kâtibi: (Sıddık) Süleyman Sâmi; müsvedde kâtibi ve âhiret kardeşi: Hâfız Hâlid, müsvedde ve tebyiz kâtibi: (Şamlı) Hâfız Tevfik” [11]
Risale-i Nur Müceddiddir
Müceddid, yenileyen demektir. Resul-ü Ekrem (asm) efendimiz, Allah tarafından, her asırda, İslâm dinine mühim hizmetlerde bulunacak müceddid vasfını taşıyan bir âlimin gönderileceğini şu hadis-i şerifiyle müjdelemiştir:
“Muhakkak ki Allah, her yüz sene başında bu ümmet için dini yenileyecek bir müceddid gönderir.” [12] Bu Hadis, Ebû Dâvud, Beyhaki, Hâkim, Taberâni, İbn-i Adiyy ve Hatîb-i Bağdâdî tarafından sahih senedlerle rivâyet edilmiştir. Hadis âlimleri bu hadisin sahihliğinde ittifak etmişlerdir. Hadiste “ümmet” tabirinden, müceddidin yapacağı faaliyetin, bütün ümmete veya kısmı ekserisine yönelik bir faaliyet olması gerektiği anlaşılır. Cüz’i, hususi faaliyetler o şahsın müceddidliğine delil olmaz. ‘Yenilemek’ten maksad, Kitab ve sünnetin ve onların gerektirdiği şeylerin terk edildiği, unutulduğu, bid’at ve dalâletlerin her yeri istila ettiği bir zamanda, dinin hükümlerini canlandırmak, bid’atları fikren veya amelen ortadan kaldırmaktır. Azimabâdî, Ebû Dâvud şerhinde şunları söyler:
“Müceddid, dînî ilimlerde âlim olur; gece-gündüz, azmi ve himmetiyle sünneti ihyâ ve neşr eder ve sünnete sahip çıkanlara yardımcı olur. Bid’atları ve bid’at ehlini sözle, kitab te’lif etmekle, ders vermekle veya başka şekillerle yok etmeye çalışır. Böyle olmayan elbette müceddid olamaz. Velevki bütün ilimleri bilen, insanlar arasında meşhur ve onların mercii olan birisi olsun.”
Azimabâdî, “Müceddid nasıl bilinir?” sualini de şöyle cevaplandırmıştır: “Müceddidi ancak o asırdaki âlimler onun hâllerine veya insanların onun ilminden faydalanmasına göre zann-ı gâlible bilirler. Müceddidin zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim olması, sünnete yardımcı, bid’ati kaldırıcı olması, ilmini zamanındaki insanlara yayması gerekir. Tecdîd (yenileme), genellikle âlimlerin kalmadığı, sünnetin unutularak bid’atların ortaya çıktığı zamanlarda olur. İşte böyle zamanlarda dînî tecdîde ihtiyaç hasıl olur.”
Müceddidin yaptığı faaliyete tecdid, yani yenileme denir. Buradaki yenilemekten maksad dine yeni şeyler katmak değil, zamanın getirdiği dînî problemlere Kur’ân ve sünnetten yeni devalar sunmak, Müslümanlar arasında yeniden bir canlanma meydana getirmektir. Bu cihetle Üstad Bediüzzaman Hazretleri bizzat müceddid olduğu gibi, yazmış olduğu risaleler de müceddid sayılırlar. Fakat o, bu asrın şahıs değil cemaat zamanı olduğunu söyleyerek daha çok Risale-i Nur Talebeleri’nin mânevî şahsiyetini müceddid olarak göstermek taraftarıdır. Buna işaretle şöyle der:
“Rivayet-i hadîsiyedeki, tecdid-i din hakkında olan ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid (iman hakikatlerindeki yenileme) itibariyledir. (…)Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, bu asırda Risaletü’n-Nur’un hakiki şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine, hakaik-i imaniyeyi muhafazada tecdid (müceddidlik) vazifesini yaptırmıştır. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyatıyla gayet dehşetli ve kuvvetli zındıkanın (dinsizlik) ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığına kırk bin adam şehadet eder.” [13]
Görüldüğü gibi Hazret-i Üstad bu ifadelerinde, Risale-i Nur’un müceddidliğine delil olarak, imanı muhafaza noktasında yaptığı hizmeti, dinsizlerin dine yaptıkları hücumları defetmede gösterdiği başarıyı ve yüz binlerce insanın imanlarını kurtarmasını göstermektedir. Zaten onun müceddidliğinin en büyük delili de budur: Kur’ân ve iman hakikatlerini misli görülmemiş bir sûrette, Kur’ânî bir metotla ispat ederek ders veren yüz otuz risale ve milyonlarca insanın imanlarını kurtaran bir iman hizmeti…
Üstad Risale-i Nur’un gördüğü bu tecdid vazifesinin yalnız yazıldığı asırla sınırlı değil, ondan sonraki asırları da aydınlatacak bir mahiyette olduğuna işaretle şöyle der:
“Lillahilhamd Risaletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali (geleceği) tenvir edebilir (aydınlatabilir) bir mûcize-i Kur’âniye (Kur’ân’dan ilhâmen yazılmış manevî bir mûcize ) olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş.” [14]
Bununla birlikte, önceki asrın müceddidi, Nakşî evliyalarının büyüklerinden Mevlâna Hâlid-i Bağdadî Hazretleri [15] ile Bediüzzaman Hazretleri arasında, hadis-i şerifte geçen, “yüz sene” ifadesine uygun bir şekilde yüz sene farkla görülen acib tevâfuklar, bu iki zatın da müceddid olduğunu gösterir mahiyettedir.
Meselâ;
1- Bediüzzaman Hazretleri, Mevlâna Hâlid’den (ks) tam yüz sene sonra 1877’de doğmuştur.
2- Mevlâna Hâlid’in Hindistan’ın başkentine gidişinden tam yüz sene sonra 1908’de, Bediüzzaman Hazretleri de Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’a gitmiş ve tecdid (müceddidlik) vazifesine başlamıştır.
3- Mevlâna Hâlid’in siyasîlerce Bağdad’dan Şam’a sürülmesinden yüz sene sonra 1926’da Üstad Bediüzzaman Van’dan Batı Anadolu’ya sürülmüştür. [16]
Bediüzzaman’ın müceddidliğinin bir emaresi olan çok latif bir hâdise de şöyle yaşanmıştır: Önceki asrın müceddidi olan Mevlâna Hâlid Bağdadî (ks) Hazretleri, kendi cübbe ve sarığını yüz sene öncesinden yola çıkararak Bediüzzaman’a göndermiştir. Bu emanet, Mevlâna Hâlid’in Afyonlu bir talebesi olan Küçük Âşık Efendi vasıtasıyla emanet alınmış, onun torunlarından olan Asiye Hanım eliyle de Kastamonu’da iken Bediüzzaman’a ulaşmıştır. Üstad bu hâdiseyi şöyle anlatır:
“Bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükrediyorum.” [17]
Önceki asrın müceddidi Mevlana Halid-i Bağdadi’nin (ks) Şam’daki türbesi
Risale-i Nur Kelâm İlminde Bir Yeniliktir
İman üzerinde duran ve imanî mes’eleleri aklî delillerle ispat eden ilim dalına kelam ilmi denir. Risale-i Nur Külliyatı’nın ana konusunu iman hakikatlerinin izah ve ispatları oluşturur. Allah’ın varlığı ve birliği, âhiret hayatının kat’iyen geleceği, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu ve Hazret-i Muhammed (sav)’in hak Resullulah olduğu gibi pek çok iman esaslarını akılda hiçbir şüphe bırakmayacak ve en inatçı dinsizleri dahi susturacak bir kuvvette ispat eder. Bu cihetle Risale-i Nur bir iman, akaid ve kelam dersidir.
Risale-i Nur kelam sahasında, yepyeni izah ve ispatlarla ve yeni metotlarla ortaya çıkarak dinsizliğe galib geldiğinden ‘Kelam İlminde bir tecdid, bir yenilik’tir. Kelam ilmi bugüne kadar imanın daha çok aklî delilleri üzerinde dururken, Risale-i Nur akıl ve kalbi, hatta ruhtaki diğer mânevî latifeleri birlikte tatmin edip doyuran Kur’ânî bir yolda gitmiştir.
“Risalet-ün Nur, sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağıyla ve nazarıyla ders vermiyor ve evliya misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki aklın ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sâir letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözlerine de gösterir.” [18]
Re’fet Bey adındaki talebesinin mektubuna verdiği cevabda Risale-i Nur’un kelâm ilminde bir tecdid, bir yenilik olduğuna Üstad şöyle işaret etmiştir:
“Mektubunda İlm-i Kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakiki İlm-i Kelâm’ın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda İlm-i Kelâmı, birisi öyle bir sûrette beyan edecek ki; umum ehl-i keşif ve tarîkatın üzerinde, o Nurlar’ın neşrine sebebiyet verecektir.” [19]
Risale-i Nur İmanı İspat Edip Küfrü Tamamen Çürütmüştür
Birkaç asırdır dinsizlik ve dalalet cereyanları ile tabiatçı, maddeci ve inkârcı felsefî akımlar kuvvet bularak imana karşı sistemli ve toplu halde saldırıya geçmişlerdi. Bunun neticesi olarak Allahü Teâlâ açıkça inkâr edilmeye, âhiret hayatı reddedilmeye başlanmıştı. İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Hazret-i Resulullah (sav)’in aleyhinde bin seneden beri biriktirilen pek çok iftira ve şüpheler kısa bir zaman dilimi içerisinde ortalığa saçılmıştı.
İşte bu vahim durum sebebiyle Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’dan aldığı ilhamlarla iman hakikatlerinin kuvvetli delillerle ispatına ve bu şüphelerin iptaline çalışmış, imana karşı gelen küfür ve dalalet fikirlerini çürütmek için yoğun bir faaliyet içine girmiştir. Onun bu mücadelesi, Allah’ın lütfu ile imanın küfre karşı büyük bir zafer kazanmasıyla neticelenmiştir. Tabiat Risalesi, Âyetü’l-Kübrâ Risalesi, Haşir Risalesi, Pencereler Risalesi gibi pek çok risaleler, küfre karşı imanın kazandığı zaferin açık numuneleridir. Hazret-i Üstad’ın bu galibiyete işaret eden Risale-i Nur’daki gayet beliğ ifadelerinden bazılarını buraya alıyoruz:
“Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden (oluşan) fesad şebekesinin Âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.” [20]
“(Tabiat Risalesi) Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir sûrette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr ü zeber (alt-üst) ediyor.” [21]
“Eskide, fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça parça edecek- bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.
İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’ın bir mucize-i mâneviyesi ve lemaatı (parıltıları) bulunan Risale-i Nur pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri (inatçıları), Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i ilâhiyeye (Allah’ın birliğine) ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.” [22]
“Otuz üç pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî (delillere dayalı) yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı (sebebi) ve esası olan marifetullahta (Allah’ı tanımakta) terakkiyat (yükselme) verir; daha nurânî, daha parlak manzaraları açar.” [23]
Risale-i Nur İnsanı Allah’a Ulaştıran Bir Hakikat Yoludur
İnsanların gafletten kurtulup her an Allah’ın huzurunda olduklarını fark etmeleri, nefislerinin terbiye olup kemale ulaşmaları iki yol ile olur. Birincisi tarikat yoluna girerek nefis mücadelesi, zikir ve ibadetlerledir. Diğeri tarikate girmeden Kur’ân ve sünnet ilimleri ile doğrudan doğruya hakikate ulaşmaktır. İnsanın kemale ermesi ve nefsinin terbiye olması açısından Risale-i Nur, insanı Allah’a ulaştıran bir hakikat yoludur. Hazret-i Üstad risalelerin bu hususiyetine pek çok yerde temas eder:
“Zahirden hakikate geçmek iki sûretledir:
Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek (mertebeler geçerek) hakikate geçmektir.
İkinci Sûret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u ilâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek hakaik-i Kur’âniye’den tereşşuh eden (süzülen) Nurlar ve o Nurlar’a tercümanlık eden Sözler, o hâssaya (hususiyete) mâlik olabilirler ve mâliktirler.” [24]
“Tevfik-i ilâhî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarîkatı -tarîkatsız- feyiz sûretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzat (asıl gaye) olan ilimlere, ulûm-u âliyeyi (Arabca gibi âlet ilimlerini) okumaksızın îsal edici (kavuşturan) bir yol buldum.” [25]
“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru’ etmiş (baş eğmiş); yani inkıyad gösterip (bağlanıp) onlara velâyet semereleri (meyveleri) için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi (imanî zevkleri) ve envâr-ı hakikati (hakikat nurlarını) aramışlar. Hatta medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tâbi’ olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar.
Hâlbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına (nurlarına) gittiğini ve ulûm-u imaniyede (iman ilimlerinde) daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet (ibadet) ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-i velâyet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’ın mucize-i mâneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.” [26]
Risale-i Nur Dinin Pek Çok Tılsımlarını Keşfetmiştir
Risale-i Nur Külliyatı’nın mümtaz vasıflarından biri de İslâm Dini’nin günümüze kadar kapalı kalmış, tam olarak izahı yapılamamış bazı tılsımlarını keşfetmiş olmasıdır. Bunlar içerisinde, kader ile insan iradesinin neden çelişmediğinin izahını, öldükten sonra dirilmenin akıl yoluyla ispatını ve Allahü Teâlâ’nın her şeye her şeyden daha yakın olduğu halde, her şeyin ondan nihayetsiz uzak olmasının sırrını sayabiliriz. Daha önce kapalı kalmış bu mes’elelerin asrımızda açılmış olmasının büyük bir önemi vardır. Önceki asırlarda toplumda iman kuvvetli ve umumî olduğundan bunların izahları bilinmese de insanlara bir şüphe vermiyordu, teslimiyet gösteriyorlardı. Teslimiyet duygusu kırılmış olan günümüzde ise, İslâmiyet aleyhinde tahribkârâne çalışan dinsizlik cereyanları bu gibi kapalı mes’eleleri kaşıyarak insanların imanlarını tehlikeye sokmaktadırlar. Risale-i Nur, bunlar gibi yüzden fazla din tılsımını keşfederek ehl-i imanın eline gayet kuvvetli deliller vermiş, onları bu büyük tehlikeden kurtarmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un bu hususiyetini işaretle şöyle anlatır:
“Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’âniye muammalarını hall ve keşf etmiştir ki; her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûka düşüyorlardı. Tereddütlerde kalıp bâzen de imanlarını kaybediyorlardı. Şimdi bütün dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.” [27]
Risale-i Nur’un Telifi ve Neşir Şekli
“Risale-i Nur’un te’lifi ve neşriyatı, şimdiye kadar misli görülmemiş bir tarzdadır. Bediüzzaman Said Nursî, kendi eliyle risaleleri yazıp teksir edecek derecede bir yazıya sahib değildir; yarım ümmîdir. Bunun için kâtiblere süratle söyler ve süratle yazılır. Günde bir iki saat te’lifatla meşgul olarak on, on iki ve bir iki saatte yazılan harika eserler vardır.” [28]
“Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müşkil ve ağır vaziyetler altında Risale-i Nur külliyatını te’lif ediyor ki, tarihte hiçbir ilim adamının karşılaşmadığı zorluklara mâruz kalıyor. Fakat sönmeyen bir azim, irade ve hizmet aşkına sahib olduğu için; yılmadan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvvetini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve feragat-ı nefs ile bu millet ve memleketi komünizm ejderinden, mason âfâtından, dinsizlikden muhafaza edecek, -eden ve etmekte olan- ve Âlem-i İslâm’ı ve beşeriyeti tenvir ve irşadda büyük bir rehber olan bu harikulâde Risale-i Nur eserlerini meydana getiriyor. Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatı’nın te’lifi, yirmi üç senede sona eriyor.” [29]
Üstad Bediüzzaman Hazretleri yeni bir risale te’lif ederken ezberden, hiçbir kitaba bakmadan, kalbine gelen ilham ve sünûhatları süratle söyler yanında bulunan kâtibler süratle müsvedde olarak kaydeder, daha sonra bu müsveddeler tebyiz edilir, yani temize çekilirdi. Gerek müsvedde nüsha, gerekse temize çekilen nüsha bizzat Üstad tarafından gözden geçirilerek gereken tashihler yapılırdı.
Hazret-i Üstad te’lif esnasında, Kur’ân’dan başka yanında hiçbir kitab bulundurmamış, yalnız Kur’ân âyetlerinden gelen ilhamları kaleme aldırmıştır. Çok defalar, yazdırdıktan sonra risaleyi eline alıp okuduğunda kendisi de hayranlık ve takdirlerini, “Maşaaallah, bârekallah ne kadar güzel olmuş” benzeri cümlelerle ifade ederdi. Risalelerin kendi fikrinin mahsulleri olmayıp kendisine ilhamen yazdırıldığını Üstad Hazretleri şöyle izah eder:
“Risale-i Nur’un öyle parçaları var ki; bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hâfızası beraber olmak şartıyla o on dakikalık işi on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istid’âdımla, zihnimle yapamıyorum ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz’ü ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamaz.” [30]
Müsvedde kâtiblerinden Barlalı Hâfız Hâlid te’lif esnasında şâhid olduğu Üstad’ının ahvalini bir mektubunda şöyle anlatır:
“Üstad’ım, başkalarında nâdiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilmihâli bilmiyor gibi görünüyor; birden bakarsın bir derya kesiliyor. Mezun (izinli) olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam’dan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der.” [31]
Hazret-i Üstad’ın te’lif esnasındaki hayret verici hallerinden biri de rahat ve huzurlu anlarından ziyade hasta ve sıkıntılı hallerde risale te’lif etmiş olmasıdır. Bu gerçekten hayret verici bir vaziyettir. Çünkü hasta bir insanın zihnî melekeleri sağlıklı bir insan kadar çalışmayacağı malumdur. Mesela şöyle der:
“En mühim sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i ilâhiye ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir kerâmet-i Kur’âniye olmazsa nedir?” [32]
Risale-i Nur’un en kuvvetli, en harika bir tevhid ve marifet dersi olan “Âyetü’l-Kübrâ Risalesi” de böyle hastalıklı bir zamanın mahsulüdür. O risalenin başında bunu şöyle anlatır:
“Ben Ramazan’ın feyziyle bu risalenin nurlarına mazhar olmaklığımla beraber, birkaç cihette halim perişan ve birkaç hastalıkla vücudum sarsıldığı bir zamanda acele yazılıp, birinci müsvedde ile iktifa edildi.” [33]
İşte onun bu hâli, yazdığı eserlerin kendi fikri mahsulü olmadığını, bilakis kalbine gelen ilham ve sünûhatlarla yazdığını göstermektedir.
Risale-i Nur Kur’ân Harfleriyle Te’lif Edilmiştir
Üstad Bediüzzaman Hazretleri risaleleri yazdırırken daimi sûrette Kur’ân harflerini, diğer bir tabirle Osmanlı Alfabesi’ni tercih etmiştir. Bunu şahsî hususî bir tercih olarak değil, şuurlu bir şekilde, kullanımdan kaldırılmış olan Kur’ân Alfabesi’ni unutulmaktan korumak ve talebelerinin ve yeni neslin Kur’ân harflerinden kopmasını engellemek için yapmıştır. Bu maksadını Risale-i Nur’da pek çok yerlerde mükerreren ifade eder:
“Ey ihvan (kardeşler)! Madem Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle bizi Kur’ân-ı Hakîm’e hizmetkâr kabul ettiğini gösterir bir tarzda bizi muvaffak ediyor. Biz de merhametine ve inâyet ve tevfikine istinat edip o merkez-i nûranînin etrafında mütesanid bir daire-i muhîta olmaya çalışmalıyız. Ve hatt-ı Kur’ân’ın ref’ine (Kur’ân yazısını kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’ân’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.” [34]
“Hatt-ı Kur’ân’ın tebdiline (Kur’ân yazısının değiştirilmesine) karşı, Kur’ân şâkirdlerinin (Nur Talebeleri’nin) bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’ânîyi muhafazaya çalışması aynı senededir.” [35]
“Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata (yeni harflere) karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ân’ı (Kur’ân harfleri ve yazısını) muhafaza etmek bir vazifesidir.” [36]
“Huruf-u Kur’âniye’yi tercüme ile tahrif, tebdil, tağyir etmek (Kur’ân harflerini bozmak, değiştirmek); mülhidlerin (dinsizlerin bu) dehşetli cinayetlerine mukabil cihad eden Said, ifratkârâne ve müsrifâne tevâfukta çok tedkikatı lüzumsuz değil, mânâsız olmaz.” [37]
“Kur’ân hattını muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı.” [38]
İşte bu satırlardan anlaşıldığı üzere Hazret-i Üstad en baştan itibaren yeni harflere karşı tavır almış, kendi tabiriyle, “o dehşetli cinayete karşı cihada” girişmiştir. Te’lif ettiği yüz otuz risalenin ve mektublarının tamamını Kur’ân harfleriyle yazdırmış ve neşretmiş, yeni harflere ise, “Risale-i Nur’un bir vazifesi; huruf-u Kur’âniye’yi muhafaza olduğundan, yeni hurufa zaruret derecesinde, inşâallah müsaade olur.” [39] diyerek ancak “zaruret miktarı”nca müsaade etmiştir. Zaruret miktarı ise, en kısa ifadesiyle, kat’î mecburiyet olan durumlarla sınırlı olmak demektir.
Risaleler El Yazısıyla Neşredildi
“Üstad Bediüzzaman’ın te’lif ettiği risaleleri, talebeler, elden ele ulaştırmak sûretiyle müteaddid nüshalar yazarlar, yazılan nüshaları müellifine getirirler. Müellif, müstensihlerin (çoğaltanların) yanlışlarını düzeltir. Bu tashihatı yaparken, eserin aslı ile karşılaştırmadan kontrol eder. Şimdi de yirmi beş otuz sene evvel te’lif ettiği bir eseri tashih ederken aslına bakmaz. Yazılan risaleleri; etraf köylerden ve kazalardan gelenler, büyük bir merak ve iştiyakla alıp gidiyorlar ve el yazısıyla neşrediyorlar.” [40]
“Evlerinden yedi-sekiz sene (hatta kırk sene) çıkmadan Risale-i Nur’u yazıp neşredenler olmuştur. Isparta havâlisinde, erkek, kadın, genç ve ihtiyarlardan binlerce Nur Talebesi, hatta Nur Dershanesi olan Sav Köyü bin kalemle, senelerce Nur Risaleleri’ni yazıp çoğaltıyorlardı.” [41] Bu şekilde, eskimez yazımız olan Kur’ân hattından çoğaltmak sûretiyle yazılan risalelerin sayısı 1950’li yıllara gelindiğinde altı yüz bin risale gibi çok yüksek bir rakama ulaşmış bulunuyordu.
Bediüzzaman Hazretleri risalelerini neşretmek için hususî bir yol takib ediyor, her bir Nur Talebesi’nin risaleleri bizzat elleriyle yazarak çoğaltmalarını istiyordu. Nur Talebeleri Üstadlarının bu arzusuna ittibaen öyle gayretli bir yazı faaliyetine girişmişlerdi ki, insanların “Mağazalarda kâğıt kalmadı. Risale-i Nur Şâkirdleri kâğıdı bitirdiler” [42] diye hayretlerine dahi sebeb oldular.
Hazret-i Üstad, sırf bu vazifenin ehemmiyet ve faziletini beyan için İhlâs Risalesi’nin sonuna ilave ettiği “ Yazı Mektubu”nda şöyle der:
“Yazıda usanan ve ibadet ayları olan şuhur-u selâsede sâir evradı, beş cihetle ibadet sayılanHâşiye Risale-i Nur yazısına tercih eden kardeşlerime iki hadîs-i şerifin bir nüktesini söyleyeceğim.
Birincisi: يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ ev kema kal- Yani: Mahşerde ulemâ-i hakikatin sarf ettikleri mürekkep, şehitlerin kanıyla muvazene edilir; o kıymette olur. [43]
İkincisi: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ ev kema kal- Yani: Bid’aların ve dalaletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyye’ye ve hakikat-i Kur’âniye’ye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir. Ey tembellik damarıyla yazıdan usanan ve ey sofi-meşreb kardeşlerim! Bu iki hadîsin mecmuu gösteriyor ki: Böyle zamanda hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı şeriate ve Sünnet-i Seniyye’ye hizmet eden mübarek hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeplerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız.
Eğer deseniz: Hadîste “âlim” tabiri var, biz bir kısmımız yalnız kâtibiz.
Elcevab: Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir
âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur Şâkirdleri’nin bir şahs-ı mânevîsi var, şüphesiz o şahs-ı mânevî
bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsız
olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebeiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden
bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadiste gösterilen ecri
alırsınız.
Said Nursî
Hâşiye: Bu kıymetli mektubda Üstad’ımızın işaret ettiği beş nevi ibadetin kendilerinden izahını taleb ettik. Aldığımız izah şöyledir:
1 - En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı mânen mücahede etmek.
2 - Üstad’ına neşr-i hakikat cihetinde yardım sûretiyle hizmet etmek.
3 - Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek.
4 - Kalemle ilmi tahsil etmek.
5 - Bazen bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî olan ibadeti yapmaktır.
Rüşdü, Hüsrev, Re’fet
Bu kıymetdâr vazifenin ehemmiyetini fark eden Nur Talebeleri, birer matbaa gibi bizzat kendi elleriyle bu iman nurlarını yazıp çoğaltıyor etrafa neşrediyorlardı. İmana Kur’ân’a dair her türlü neşriyatın yasaklandığı, fakat küfür ve dalaleti neşreden kitab ve sözlerin etrafı sardığı o dönemde, Nur Talebeleri küfre karşı mânevî, ilmî bir cihad yapmanın şuuru içerisindeydiler. Bu şuurla, altı yüz bin nüsha risaleyi yirmi sene içerisinde bütün Anadolu’ya neşrederek bu memlekette küfrün hâkim olmasını engellemiş, adeta birer “elmas kılınç gibi olan kalemleriyle” küfre galib gelmişlerdir. Hazret-i Üstad, Nur Talebeleri’nin kalemleriyle yaptıkları bu mânevî cihadlarını çok mektublarında alkışlamıştır: Misal olarak:
“Onlar, bu mübarek kalemleriyle, eski zamanda İslâmiyet’in büyük mücahid kahramanlarının kılınçlarının kudsî hizmetlerini görüyorlar. Elbette istikbal, onları ve Nurcuları çok alkışlayacak.” [44]
Aşağıdaki mektubun Üstad Bediüzzaman’ın kendi mübarek hattı ile yazdığı orijinali
“Hakikaten bu Nur yazıcıları pek harika bir şevkle ve dikkatle eski zaman kahraman mücahidlere omuz omuza ve kalemleri o mücahitlerin kılınçlarına müsavi (denk) gelecek bir fedakârlık gösteriyorlar, sarsılmıyorlar. Cenab-ı Erhamürrâhimîn onların sahife-i hasenatlarına yazdıkları her bir harf-i nurînin bedeline bin hasene yazdırsın. Amin. … Said Nursî”
Risaleler Niçin El Yazısıyla Neşredildi?
Bediüzzaman Hazretleri’nin Isparta’ya sürgün edildikten sonra, te’lif ettiği ilk eseri, Haşir Risalesi olmuştu. Bu risaleyi, 1928 yılında İstanbul’a göndererek henüz harf inkılâbı yapılmadığı için İslâm harfleriyle tab ettirdi. Lâkin aynı yılın Kasım ayında harf inkılâbı olmuş, Kur’ân harfleri kaldırılıp Latin harflerine geçilmiştir. Buna bağlı olarak eski harfle kitab basmak da yasaklanmıştır. Haşir Risalesi’ni, Kur’ân harfleriyle bastırarak matbaayı kullanan Bediüzzaman Hazretleri, inkılâbdan sonra ise, artık Latince basmaya başlayan matbaa yolunu bırakır. Çoklarının dediği gibi, “Ne yapalım başka çaremiz kalmadı; artık Latin harflerini kullanmak zorundayız” demez ve risaleleri Latin harfli yeni matbaalarda bastırarak çoğaltma yoluna gitmez. Bu tavrı, aslında Kur’ân yazısına yönelik hücumlara karşı şuurlu bir müdafaadan başka bir şey değildi. [45]
Üstad’ın yeni harfleri kullanmak istemediğini gösteren ilk hâdise 25. Söz’ün bastırılması teşebbüsünün neticesiz kalması şeklinde görülür. Hâdise şöyledir:
Üstad, Haşir Risalesi’nden sonra, Mûcizât-ı Kur’âniye Risalesi de inkılâb çıkmadan yetişsin diye acele yazıp bitirerek [46] bastırmak üzere İstanbul’a gönderir. Fakat o işle alâkadar olan Barlalı tüccar Bekir Bey’in gecikmesi üzerine, kitab basılmadan önce harf inkılâbı gerçekleşir ve o risaleyi eski harflerle bastırma imkânı kalmaz. Lâkin Hazret-i Üstad, “öyleyse yeni harflerle basalım” demez ve 25. Söz basılamadan kalır. Üstad bu hâdiseyi şöyle anlatır:
“Bekir Efendi, Onuncu Söz’ü (eski harfle) tab etti. İ’caz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Söz’ü, yeni huruf (yeni harfler) çıkmadan tab etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiatını gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakir halimi düşünüp matbaa fiatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. tab edilmedi. Hizmet-i Kur’âniye’ye mühim bir zarar oldu.” [47]
İkinci hâdise ise, harf inkılâbının ardından miraca dair Otuz Birinci Söz ve Otuz İkinci Söz’ü bastırma teşebbüsünde olmuştur. Yeni te’lif ettiği bu iki risaleyi, bir ümitle, yine Bekir Bey’le İstanbul’a göndererek oradaki eski tanıdıklarından, bu risaleleri eski harflerle bastırmak için yardımcı olmalarını ister ve şöyle der:
“Haber almışım ki, arabî (arabca) olarak eski huruf (harfler) ile Matbaa-i Evkaf’ta tab edilmek (basılmak) izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi (Miraç ve Otuz İkinci Söz) Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde (kontrolünde) tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tab ediniz.” [48]
Maalesef, eski harflerle Türkçe basılabilmesi için böyle bir resmî izin çıkmadığından o iki risale de basılamamış, Mûcizât-ı Kur’âniye Risalesi’nden sonraki bu ikinci bastırma teşebbüsü de Latinceye razı olmadığı için neticesiz kalmıştır. Matbaalarda eski harflerle basılma imkânı kalmadığını gören Bediüzzaman Hazretleri, tâ teksir makineleri alınıncaya kadar sadece Nur Talebeleri’nin el yazmaları ile kanaat etmiş ve Latince matbaaya kapı açmamıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hazret-i Üstad’ın sırf Kur’ân harfi ile basmıyorlar diye matbaa ile bastırma yolunu terk etmesidir. Çünkü artık matbaa ile çalışılsa Latin harfleriyle basılması gerekecek idi. Üstad ise yeni harflere bid’a nazarıyla bakıyor, kat’î mecburiyet olmadıkça bid’a ile amel etmek istemiyordu. Hazret-i Üstad’ın bu nazarı Tarihçe-i Hayat’ta şöyle ifade edilmiştir.
“Kur’ân hattını muhafaza etmek hizmetiyle de vazifeli olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı.” [49]
Yine Tarihçe-i Hayat’ta yer alan şu ifadeler ise, Hazret-i Üstad’ın risaleleri el ile yazdırmaktaki tek maksadının yalnız risalelerin çoğaltılması olmadığını; bunun yanında Kur’ân yazısını korumak gayreti içinde olduğunu da çok açık ifade ediyor:
Böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nur’u Hazret-i Üstad’ımız inayet-i ilâhiye ile te’lif edip (yazıp), ekserisini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle -aynı zamanda- Kur’ân hattını (yazısını) da muhafaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk Gençleri Risale-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır.” [50]