Risale-i Nur’un Matbaalarda Neşre Başlaması

Risale-i Nur’un Matbaalarda Neşre Başlaması

Risale-i Nur Talebeleri 1948’de Afyon Hapsi’ne girmelerinden iki üç sene önce Üstad Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ’dan yazdığı bir mektubla Risale-i Nur’un matbaa ile neşri vaktinin geldiğini sebebleriyle beraber şöyle ifade etmişti:

“Risale-i Nur bu mübarek vatanın mânevî bir halaskârı (kurtarıcısı) olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli mânevî belayı def’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi, Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı mânevî istilasına karşı Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir. Ve (diğeri) Âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilakârâne hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kal’a olduğu gibi; Âlem-i İslâm’ın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniye’dir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.” [1]

Hazret-i Üstad’dan gelen bu gayet kıymetdâr müjde üzerine Hüsrev Efendi sürurla dolu şu mektubu kaleme alır:

Mektubunuz muhitimizde o kadar büyük bir sevinç uyandırmıştır ki, bütün talebeleriniz bizler dünyada iken cennetle tebşir edilmişler (müjdelenmişler) gibi şu dünyevî hayat içinde mânevî bir lezzetle kalb ve ruhumuz mesud olmuş ve o lezzetin verdiği sürur ve neşesiyle sînelerimiz dolmuştur. Risale-i Nur’un matbaa lisanıyla intişarı ve serbestiyetinin umumîleşmesi gayesiyle çalışan talebelerinizin… Risale-i Nur’un matbaa lisanıyla her elde her yerde okunmasından gelecek sevinç ve sürurla bize yeniden hayat vermiş…”

Lâkin o yıllarda sürmekte olan baskıların neticesi olarak risalelerin matbaa kapısıyla intişarı mümkün olmamıştır. Matbaa olmasa da Isparta ve İnebolu talebelerince alınan teksir makinelerinin faaliyete geçmesi sonucu binlerce Asâyı Musa, Zülfikar ve Sirâcünnur ve diğer Nur Mecmuaları teksir edilmeye başlanmıştı.

Bu tarihten yaklaşık on sene sonra ise, Afyon Mahkemesi, 23 Haziran 1956 tarihinde, Risale-i Nur’da vatan ve millete zararlı hiçbir unsur bulunmadığına kanaat ederek eserlerin beraatine ve o güne kadar mahkemede tutulan bütün risalelerin sahiplerine iadesine karar verdi. Haberi alan Bediüzzaman Hazretleri bunu büyük bir müjde sûretinde Hüsrev Efendi’ye şu ifadelerle bildirdi:

“Nur’un Kahramanı Hüsrev Kardeşim!

Evvelen: Size müjde! Afyon mahkemesi -Müdde-i umumî (savcı) müstesna- müttefikan bütün Risale-i Nur’un beraatine karar vermişler. On güne kadar kararnamenin sûretini de bize verecekler. Müdde-i umumî temyiz ettiği için resmen on beş gün kadar te’hir etmiş. On beş güne kadar tam netice verecekler. [3]

Nur Talebeleri’nin ruhlarında büyük bir sevinç ve ferahlık meydana getiren bu müjdeli haberi Hüsrev Efendi ve arkadaşları derhal tüm talebelere duyurmak için şu telgrafı çektiler:

Sevgili kahraman kardeşlerimiz!

23 Haziran 1956 tarihine talik edilmiş olan Afyon Ağır Cezasındaki mahkememizde bütün Risale-i Nur eserlerinin iadesine ittifakla karar verildiğini müjde eder, Cenab‑ı Hakk’a hadsiz hamd ü senalar ederek, sizleri tebrik edip muvaffakiyetinize dua ederiz. El-Bâkî Hüve’l-Bâkî Kardeşleriniz Hüsrev, Tâhirî, Mustafa” [4]

Artık Risale-i Nur’un matbaalarda neşri için kanunen hiçbir mâni kalmamıştı. Bunun üzerine Hususan Ankara ve İstanbul’da okuyan genç ve yeni üniversiteli Nur Talebeleri’nden Risale-i Nur’u yeni harflerle matbaalarda basmak için Bediüzzaman Hazretleri’ne teklifler gelmeye başladı. Esasen bu teklifler daha önce de gelmiş ve Hazret-i Üstad yalnız Gençlik Rehberi ile Asâyı Musa mecmuasının yeni yazı ile neşrine müsaade etmiş ve bunlar yeni harflerle yazılarak çoğaltılmıştı.

Afyon Mahkemesi’nin verdiği serbestlik kararı üzerine risalelerin yeni yazıyla basılması için tekrar talebler gelmeye başladı. Bunun üzerine Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân yazımızı bilmeyenlerin, bilhassa üniversite gençliğinin elde etmesi için risalelerin yeni harflerle matbaalarda basılmasına izin verdi. Yoksa Nur Talebeleri’nin Kur’ân yazısını bırakarak yeni harflerle okumaya başlamaları için değil! Bu nokta, doğru anlaşılması gereken ve üzerinde dikkatle düşünülmesi îcab eden mühim bir noktadır. Zira önceki bahislerde tekrarla geçtiği gibi Bediüzzaman Hazretleri Nur Talebeleri’nin Kur’ân yazısını koruyup devam ettirmelerinin en mühim bir vazifeleri olduğunu, yeni harflerin ise Risale-i Nur mesleğine bütün bütün zıt olduğunu daima ve tekrar tekrar vurguluyordu.

Hazret-i Üstad bu izni de mutlak ve sınırsız bir şekilde vermemiştir. Zira yine daha önce geçtiği gibi onun yeni harflere izni zaruret miktarı ile sınırlıdır. O devri yaşayan Nur Talebeleri’nin bildirdiğine göre, Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur Talebeleri’nin en büyük bir Üstadları olan Hazret-i Ali (ra) ile âlem-i mânâda görüşmüş ve sınırlı bir süre için Latin harfleriyle basmaya müsaade almıştı.

Üstad’ın talebi üzerine, önce Diyanet İşleri’nin Risale-i Nur’u bastırması için teşebbüslerde bulunulmuş fakat Diyanet bunu gerçekleştirememiştir. Bunun üzerine, 1956’dan itibaren Ankara ve İstanbul’da Risale-i Nur’lar Latince olarak basılmaya başlanmıştır.

YENİ HARFLERE MÜSAADE ZARURET MİKTARINCADIR

Bediüzzaman Hazretleri’nin Latin Harflerine müsaadesi, o güne kadar Kur’ân harfleriyle neşredilmiş olan Risale-i Nur’un bundan böyle tamamen ve yalnızca Latin harfleriyle neşredileceği anlamına gelmiyordu. Çünkü Hazret-i Üstad, otuz sene boyunca bütün külliyatı -resmen yasak olmasına rağmen- bilerek ve isteyerek Kur’ân harfleriyle yazmış ve yazdırmıştı. O hiçbir zaman bid’a olarak gördüğü yeni harfleri kabullenmiş değildi. Bir cihad şuuru içerisinde Latin harflerine karşı Kur’ân harflerini müdafaa ediyordu. Nur cemaati haricinde bulunan ve Kur’ân yazısını bilmeyen insanların da istifade edebilmeleri için risaleler yeni harflerle, zaman ve zemine göre oluşan ihtiyaç miktarınca, Latin Harfleriyle basılsa da, Nur cemaatinin, risalelerin orijinal şekli olan Kur’ân yazısıyla okuyup yazmaya ve neşretmeye devam etmeleri hatt-ı Kur’ân’ı muhafaza hizmetinin zaruri bir gereğiydi. Zira Hazret-i Üstad, Kur’ân yazısını koruma hizmetinin, imana hizmet etmek gibi mühim bir vazifesi olduğunu şöyle beyan ediyordu:

Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata (latinceye) karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ân’ı (Kur’ân harfleri ve yazısını) muhafaza etmek bir vazifesi(dir) [5]

Bir iki küçük Risalenin matbaada basılma teşebbüsünün neticesiz kalması üzerine Hazret-i Üstad, “Mesleğimize muhalif yeni hurufa (yeni harflere), Risale-i Nur’un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil [6] diyerek Latin harflerine olan bakışını ve mesafesini ortaya koymuştu. Hazret-i Üstad daima Risale-i Nur’un asıl neşrinin Kur’ân harfleriyle olması ve bu yol ile insanların Kur’ân yazısından kopmasının önüne geçilmesini Risale-i Nur’un esas mesleği ve vazifesi olarak gösteriyordu. 1959 yılında tab edilen Tarihçe-i Hayat kitabında bu vazife çok açık bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

Kur’ân hattını muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf (vazifeli) olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. [7]

Bununla birlikte, Bediüzzaman Hazretleri Latin harflerine kapıyı tamamen de kapamamış, Latin harflerinin Risale-i Nur Hizmeti’nde “zaruret miktarınca” kullanılabileceğine şu ifadeleriyle işaret etmiştir:

Risale-i Nur’un bir vazifesi, Kur’ân harflerini muhafaza olduğundan, yeni harflere zaruret derecesinde inşâallah müsaade olur.” [8]

Hazret-i Üstad’ın yeni harflere “zaruret mikdarı” gibi bir sınır getirmesinin sebebi ise Latin harflerini bid’a olarak görmesinden ileri geliyordu. Bunu bir kısım ifadelerinden anlamak mümkündür. Misal olarak:

Bu zat… ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın (yeni harflerin) muallimliğini deruhde etti (üzerine aldı). Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi [9]

Zaruret miktarı ise, kat’î mecburiyet olan durumların gerektirdiği miktar demektir. Mesela fıkıhta, açlıktan ölmek üzere olan birisinin, bulduğu haram bir şeyi yemesinin caiz olacağı, fakat zaruret miktarını aşarak doyuncaya kadar yiyemeyeceği bildirilmiştir.

Bunun gibi eski yazıyı bilmeyen dışarıdaki insanların veya Nur dairesini yeni tanıyan ve girenlerin risalelerden istifade edebilmeleri için yeni yazıyla da risalelerin bulunmasına ihtiyaç vardır. Fakat önemli olan bu müsaadenin zaruret miktarını aşarak, Üstad’ın ifadesiyle, “şâkirdlerin o kolay yazıyı tercih etmelerine sebeb olmaması”, [10] Nur Talebeleri’nin Osmanlıca risaleleri bırakıp tamamen Latincelere sarılmamalarıdır.

Hulasa; asıl hizmet Kur’ân harfleriyledir. Yeni harfler ise zaruret miktarınca kullanılabilir. Nur Talebeleri, risaleleri yeni tanıyan bir kimseye Latin harfleriyle basılmış eserleri verebilirler. Fakat en kısa bir sürede onun da Hatt-ı Kur’ân denilen Kur’ân alfabesini öğrenerek risaleleri orijinallerinden okumalarını sağlamaya çalışmaları bir vazifeleridir. Bu durumu rahmetli Zübeyr Gündüzalp Risale-i Nur’a giren ifadelerinde şöyle anlatır:

“Yeni harf ile teksir edilebilen Asâyı Musa eserini okuyan gençler, Kur’ân harfleri ile yazılmış mütebâki (diğer) eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için te’lif edilen eserleri okumağa mecbur eden “Kur’ân hattını bilmemek” gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar.” [11]

Hüsrev Efendi’nin talebelerine bildirdiğine göre, yeni harflerle risalelerin basılmaya başlanmasından üç sene kadar geçtikten sonra, 1960’a gelindiğinde, basılan miktarın o zaman için kifayet edeceğine kanaat eden Üstad Hazretleri, baskının durdurulması için “Kardeşim Hazret-i Ali kerremallahü vecheh’den aldığım müsaade bitti. Baskıyı durdurun” diyerek Binbaşı Hayri Bey’le haber gönderir. Binbaşı Hayri Bey ise, Âtıf Ural’la birlikte Ankara’da Latince baskıların hazırlanmasında risaleleri daktilo ile yeni yazıya geçiren Nur Talebeleri’ndendir. Yine o zamanlar Mektubat Mecmuası’nı yeni harflerle basan Seyyid Salih Özcan da Ankara’daki bir sohbetinde şahitlerin huzurunda, Bediüzzaman Hazretleri’nden baskıyı durdurmak üzere emir geldiğini ve kendisinin Üstad’dan gelen bu emir üzerine baskıyı durdurduğunu ifade etmiştir. Bundan kısa bir süre sonra da Bediüzzaman Hazretleri vefat ederek âhirete irtihâl etmiştir. [12]

MATBAADAN SONRA YAZI HİZMETİ

Bediüzzaman Hazretleri’nin Afyon hapsinden sonraki son on yılı olan 1950 ile 1960 yılları arasında Risale-i Nur Hizmeti’nde hem yurt içinde, hem yurt dışında büyük inkişaflar oldu. Nurlar üniversite talebeleri arasında hızla yayılıyor, her kesimden insanlar Üstad’ı ziyaret ediyor, mahkemeden serbestlik kazanan Nurlar matbaalarda basılıyor, Arabca’ya tercüme edilen risaleler başta Mısır ve Hicaz gibi İslâm ülkelerinde intişar ediyor ve oradaki Müslümanlarla başta Hazret-i Üstad ve Nur Talebeleri arasında mektublaşmalar oluyordu.

Bütün bu yeni faaliyet alanlarıyla birlikte hizmet aslî hüviyetini de muhafaza ederek devam ediyordu. Mesela Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Risale-i Nur Talebesi’nin en ehemmiyetli vazifesi” olarak tarif ettiği Nur Risaleleri’ni bizzat kendi eliyle ve Kur’ân harfleriyle yazmak ve bu sayede bir yandan risaleleri neşrederken bir yandan da Kur’ân yazısının muhafazasına hizmet etme faaliyeti devam etmekteydi. Son dönemde risalelerin teksir makinesiyle ve matbaalarda çoğaltılmaya başlaması, talebeliğin en mühim şartı olan Risale-i Nur’u yazarak çoğaltma hizmetini ehemmiyetten düşürmüyordu.

Tarihçe-i Hayat kitabında, “Afyon hapsinden sonra Hizmet-i Nûriye nasıl cereyan etti?” başlığı altında madde madde o devrin hizmetleri sıralanırken, risaleleri yazma hizmeti ilk maddede zikredilerek o devrin hizmetleri şöylece kaleme alınmıştır.

“Isparta’da, teksir makinesiyle Nur Mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti üzere tashihat ile meşguldü. Yalnız hapisten sonra Hizmet-i Nûriye birkaç kısma ayrılmıştı; yalnız teksir makinesi ve el yazısıyla neşr etmeyle sınırlı değildi. Bu zamanlardaki hizmet safhaları şu sûretle ifade olunabilir:

1- Muhtelif vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nur Talebeleri, bulundukları muhitlerinde Nurlar’ı okumak, yazmak, okutmak ve neşrine çalışmak…

2- Isparta ve İnebolu’da, teksir makinesiyle Nur Risaleleri’nin mecmualar halinde teksiri ve etrafa neşri… [13]

Bediüzzaman Hazretleri, kitabların teksir makinesi veya matbaa yardımıyla çoğaltılıp eskisine göre daha kolay elde edilmesinin, risaleleri elle yazma hizmetinde bir gevşekliğe sebeb olmasını istemiyordu. Bu konudaki düşüncesini teksir makinesi ilk faaliyete başladığı zaman talebelere gönderdiği bir mektubla şu şekilde ifade etmiştir:

Sekiz yüz sahifeyi bin ve beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtibdir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa, zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler (Nur Talebeleri), her biri bir-iki nüshayı ıslah etsin.

Bir zaman bir memlekete şimendifer (tren) geldiği vakit, arabacılar (at arabacıları) telaş edip dediler: ‘Bizim sanatımız bozuldu.’ Hâlbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette faaliyet çoğaldığından, faytonculuğa iki kat ziyade ihtiyaç olmuş. İnşâallah onun gibi Nur yazıcıları değil tevakkuf (duraklama), belki daha ziyade yazı ile defter-i amellerine hasenat (sevablar) kaydedecekler. [14]

Görüldüğü gibi Hazret-i Üstad teksir makinesinin çıkmasıyla yazı hizmetinin duraklaması ihtimalini düşünerek bu noktadan talebelerini çok manidar bir temsille ikaz ediyor, teksir makinesine bakıp da yazı hizmetini gevşetmeyin, aksine çoğaltın mesajını veriyordu. Nur Talebeleri’nin Kur’ân yazısını ve alfabesini muhafaza etmelerine ve bizzat neşretmekteki yüz şehid sevabı [15] gibi gayet büyük bir haseneyi kazanmalarına sebeb olan bu hizmetin devamı elbette son derece lüzumludur.

İşte yukarıdaki bu ikaza rağmen, bir süre sonra yazı hizmetinde yaşanan kısmî bir zayıflama dahi Hazret-i Üstad’ı son derece müteessir etmişti. Risale-i Nur’un neşrinde çok mühim hizmetleri geçen ve Nur Hizmeti’ndeki gayretleri dolayısıyla Bediüzzaman Hazretleri’nin çok defa takdirlerine mazhar olan Hasan Atıf Efendi Hazret-i Üstad’ın bizzat şahit olduğu bu konudaki üzüntüsünü şöyle anlatır:

Âtıf kardaşım, kardeşler kalemi (risaleleri yazmayı) bıraktılar. Bence teksirin (makineyle çoğaltmanın) kıymeti yoktur. Kaleme sarılsınlar. Yazıyı bıraktıkları için çok canım sıkılıyor.” [16]

Bediüzzaman Hazretleri ilk kez 1945 yılında gelen talebler sebebiyle Asâyı Musa’nın yeni harfle matbaada basılması için İstanbul’a göndermişti, fakat matbaacıların hiç biri cesaret edip de bunu basmayı kabul etmemişti. Halk partisinin iç siyasî çekişmeler yaşadığı ve içinden bir grubun ayrılarak Demokrat Parti’yi kurmasına sebeb olacak ihtilafların yaşandığı o dönemde Asâyı Musa’nın yeni harfle tabınının gerçekleşmesi pek çok cihetle zararlı olacaktı. Bu muhtemel zararları Bediüzzaman Hazretleri yazdığı bir mektubla talebelerine şöyle sıralamış idi.

“Aziz sıddık kardeşlerim!

Ben dünyaya bakmadığım için halini bilemedim. Halbuki İstanbul’da perde altında siyasî fırtınalar ve idare-i örfiye içinde Risale-i Nur gibi azametli bir eser matbuat cihetiyle şimdi çıksa idi alâ küllî hal o cereyanların bir kısmı onu iltizam ederek (taraftar olarak) siyaset âlemine temas ettirecektiler. Bu ise bütün bütün Risale-i Nur’un ihlasına ve mesleğimize muhalif ve çok zararlı olacağı gibi Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın hattını muhafazaya memur olan Risale-i Nur o vazife aleyhinde yeni hurufa fetva veriyor tarzında ehemmiyetli bir zarar olacaktı. Hem beş cihetle ibadet hükmünde olan Risale-i Nur kitabeti (yazılması) noksanlaşacaktı. Herkes kolay olan matbu nüshalarını arayacaktı. Hem de “sırran tenevverat” sırrıyla Hazret-i Ali’nin (ra) (Risaleleri gizlice yazma) vasiyetini terk etmek ve zararlı, dağdağalı mübareze sûretinde hem ehl-i dalalet, hem ehl-i bid’aya, hem ehl-i siyasete, hem harici cereyanlara karşı cebheler almaya mecburiyet olurdu. Demek hakkımızda ve Risale-i Nur’un fütûhatı hakkında en hayırlısı İstanbul’da bu fırtınalar zamanında tab’ını tehir etmekti. [17]

Görüldüğü gibi Hazret-i Üstad’ın Risale-i Nur’un Latin Harfleri ile tab’ı noktasında en büyük endişesi Risale-i Nur’un Kur’ân harfleriyle yazarak neşrine zarar vermesi, hatta noksanlaştırmasıdır. Risale-i Nur yazısının noksanlaşması ise Risale-i Nur’un Kur’ân hattını muhafaza etmek gibi en kudsî bir vazifesine zarar gelmesi demekti.

Aynı hâdise münasebetiyle yazdığı benzer bir mektubunda da Üstad Bediüzzaman şu ifadeleri kullanmıştır:

“Eğer bu defa tab’ olsaydı, çok zararları olup onun verdiği menfaati bozardı. Ezcümle: İstanbul şimdi başka bir tarzda siyasetçilerin ocağı hükmüne geçtiğinden her halde Risale-i Nur’u siyasetle bulaştıracaktılar…

Hem ikinci bir zarar: Kalemle hizmet-i imaniyeyi yapan kahraman şâkirdlerin yazıda şevkleri kırılacaktı. Matbaaya itimad edip hararetle yazıya çalışmayacaklardı. Bu ise pek büyük bir zarardır. Her ne ise daha bunun gibi ehemmiyetli zararlar terettüb edebilirdi. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle bu zararlardan himaye için tab’ı tehir etti.” [18]

Bütün bu ifadeler şunu açıkça gösteriyor ki Risale-i Nur Hizmeti’nde Kur’ân harfleriyle hizmet etmek büyük bir esastır. Yeni harflerle yapılacak hizmetler Kur’ân harflerine zarar vermeyecek şekilde ve miktarlarda caiz olabilir.

Son olarak, yazı hizmetinin ne kadar büyük ehemmiyeti olduğunu ve yazmaktaki tek gayenin yalnız risaleleri çoğaltmaktan ibaret olmadığını gösteren Risale-i Nur’dan üç mühim iktibas:

Kalemle Nurlar’a hizmet ve sadakatla talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır:

1- Âyât-ı Kur’âniye’nin işaretiyle, imanla kabre girmektir.

2- Bütün şâkirdlerin mânevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i mâneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır.

3- Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta -talii varsa, tam muvaffak olmuşsa- Hâfız Ali ve “Meyve”de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır. [19]

“Risale-i Nur’un neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde görülmemiştir. Şöyle ki: Kur’ân hattını (Kur’ân yazısını) muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı. Bediüzzaman’ın parası, serveti yokdu; fakirdi, dünya metaiyle alâkası yokdu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, ancak zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nur’u yazanlar, karakollara götürülüyor, işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu.” [20]

Hatt-ı Kur’ân’ın ref’ine (Kur’ân yazısını kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’ân’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız. [21]

Netice:

Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un, bu asrın vazifelisi olarak Kur’ân harflerini ve İslâm yazısını muhafaza etmesi tarihi bir hakikattir. Ve bu durum Risale-i Nur’un Kur’ân ve alem-i İslâm adına takip ettiği bir vazifedir. Zira milletimizi Kur’ân ile ve mazisiyle bağlayan en büyük vesile Kur’ân harfleridir. İslâm milletleri arasında en büyük bir bağ, en mühim bir köprüdür. Bu sebeble harflerin değiştirilmesi bu vatan ve millete çok büyük mânevî zararlar vermiştir. Türkiye tarihinde bu mânevî tahribata karşı, planlı, sistemli ve cemaat halinde bir çalışmayla mukabele eden de Üstad Bediüzzaman ile Nur Talebeleri olmuştur. Ve biiznillah Üstad Bediüzzaman ve talebeleri, en zor şartlarda bu harfleri muhafaza hizmetini, İslâm şeâirini ve Sünnet-i Seniyye’yi korumaya yönelik öncelikli bir vazife şuuruyla icra etmişlerdir.

Nur Hizmeti’nin başından beri İslâm yazısını ve harflerini korumayı en mühim bir dava olarak talebelerine sürekli anlatan, bu hususta 18. Lem’a, 28. Lem’a, Rumuzat-ı Semâniye gibi çok sayıda risale ve bahisler kaleme alan, asırlar öncesinden Hz. Ali (kerremallahü vechehu) yazdığı bir kasideyle, latin harflerine ve bunlara sahip çıkan kötü âlimlere hiddet edip tokatladığını, Kur’ân yazısını muhafaza edenlere ise muhabbet edip alkışladığını, kardeşleri olarak kabul ettiğini, talebelerine haber verip müjdeleyen bir Üstad, hiç mümkün müdür ki latin harflerine ilâ-nihâye cevaz versin? Ömür boyu takip ettiği bu hassasiyetini ve bid’alarla mücadelesini terk etsin? Bu elbette mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri böyle bir tezada düşmekten ve bid’alarla mücadelesini bırakmaktan berîdir, münezzehtir.

Üstad Bediüzzaman’ın 1953 - 60 yılları arasında Isparta’da ikamet ettiği ev

Üstad Bediüzzaman’ın 1953 - 60 yılları arasında Isparta’da ikamet ettiği ev

[1] Osmanlıca Sikke-i Tadik-i Gaybî, s. 212 Geri
[2] Osmanlıca Emirdağ Lâhikası’nın Zeyli, s. 143 Geri
[3] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[4] Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 3, s. 1777 Geri
[5] Osmanlıca Kastamonu Lâhikası, s. 94 Geri
[6] Osmanlıca Kastamonu Lâhikası, s. 290 Geri
[7] Tarihçe-i Hayat, s. 162; Bu noktada tafsilatlı bilgi almak için bkz. “Risaleler Niçin El Yazısıyla Neşredildi, s. 312” ve “Nur Talebeleri’nin Kur’ân Yazısını Koruma Vazifesi, s. 615 Geri
[8] Osmanlıca Kastamonu Lâhikası, s. 268 Geri
[9] Osmanlıca Lem’alar, s. 47 Geri
[10] Emirdağ Lâhikas-1, s. 82 Geri
[11] Şuâlar, s. 552 Geri
[12] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[13] Tarihçe-i Hayat, s. 613 Geri
[14] Emirdağ Lâhikası-1, s. 178 Geri
[15] Bediüzzaman Hazretleri bu iki mühim maslahatı, daha önce de iktibas etmiş olduğumuz bir mektubunda birlikte zikreder. Ehemmiyetine binaen burada tekrar dercini münasib gördük: “Aziz, sıddık kardeşlerim! … Gecede kalbime geldi ki: İki ehemmiyetli sebebden, inayet-i ilâhiye tam serbestiyet ve eski harflerle tamamını tab etmek tam müsaade etmiyor. Birinci sebeb: İmam-ı Ali’nin (ra) işaret ettiği gibi, perde altında, her müştak kendi kalemi ile veyahut başka kalemi çalıştırmasıyla büyük bir ibadet ve âhirette şehidlerin kanıyla racihâne müvazene edilen mürekkep ile mücahede hükmündeki kitabetle (yazarak) envâr-ı imanî neşretmektir. Eğer tab edilse, herkes kolayca elde ettiği için, kemal-i merakla ona çalışamaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder. İkinci sebeb: Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, Âlem-i İslâm’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek olduğundan, tab yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla tab etmek lâzım gelecek. Bu ise Risale-i Nur’un yeni hurufa bir fetvası olup, şâkirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeğe sebeb olur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 82) Geri
[16] Son Şahitler, c. 2, s. 230 Geri
[17] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[18] Hayrât Vakfı Arşivi Geri
[19] Emirdağ Lâhikası-1, s. 191 Geri
[20] Tarihçe-i Hayat, s. 162 Geri
[21] Osmanlıca Rumûzât-ı Semâniye, s. 21 Geri