
Otuz Dört Senelik Esâret ve Sürgün Hayatının Hikmeti
Otuz Dört Senelik Esâret ve Sürgün Hayatının Hikmeti
Âhirzaman fitnelerinin yaşandığı dehşetli bir asrın tahribatına karşı mânen cihad eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, tarihte misli görülmemiş çilelerle dolu bir ömür sürmüştü. Kendi ifadeleriyle dünya zevki namına bir şey bilmemiş, çekmediği cefa, görmediği eza kalmamıştı. Van’da inzivaya çekildiği Erek Dağı’ndan alınıp Batı Anadolu’ya sürüldüğü 1926’dan, çok aziz ve bereketli ömrünün sona erdiği 1960 yılına kadar otuz dört sene boyunca tarifi mümkün olmayan zulümlere maruz kaldı. Bütün ömrü sürgünde, baskı ve zulümlerle geçtiği, yapayalnız bırakıldığı ve üç defa hapis yattığı yetmezmiş gibi, bu zaman zarfında yirmi bir defa zehirlenerek defalarca hayatına kasd edildi. [1]
Aziz Üstad, bütün hayatı boyunca her bir hâdisede kaderin hükmünü arayıp görüp ona karşı rıza ve teslimiyetle yaklaştığı gibi, ömrünün bu şekilde çilelerle dolu olarak geçip adeta hiç rahat yüzü görmemesinde kaderin ne gibi bir hikmeti bulunduğunu da çok defa merak etmiş, üzerinde uzun uzun düşünmüştür. Ve en-nihayet ömrünün sonlarında bu eza ve cefadaki ilâhî hikmet kendisine şöyle inkişaf etmiştir:
“Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adâlet tecelli eder. Yani, insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i ilâhî başka bir sebebten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adalet-i ilâhîyenin bir nevi tecellisidir.
Ben şimdi düşünüyorum, yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sevk ediliyorum. Bana bu zâlimâne işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini, siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor, bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti.
Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihâyet kendileri de anladılar. Onlar bu ithamı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar. İster kasıt, ister vehim olsun, benim böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i katiyetle yakînen ve vicdânen biliyorum ya! Dini siyasete âlet edecek bir âdem olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor ya! Hatta beni bu suçla itham edenler de biliyorlar ya! O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye mâruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval, adalet-i ilâhiyeye muhalif düşmez mi?
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevablarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi bildim. Ben, kemal-i teessürle söylerim ki;
Benim suçum hizmet-i Kur’âniyemi maddî mânevî terakkiyatıma, kemalâta âlet yapmakmış. Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. Allah’a binlerle şükrediyorum ki; uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma, azaptan, cehennemden kurtulmaklığıma, hatta saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gâyet kuvvetli mânialar beni men ediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri âmâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben, ruhen ve kalben bu ahvalden menediliyordum. Rıza-yı ilâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.
Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şey’e âlet ve tâbi olmayan ve her gâyenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir sûrette bildirmek, bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiç bir şey’e âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın; herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de, bu zamanda, bu şerait dahilinde dinin hiç bir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve mânevî bir şey’e âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.
Allah’a binlerce şükürler olsun ki: Yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ithamı altında kader-i ilâhî ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şahsî şey’e âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, îkaz ediyor. Sakın diyor, iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.
İşte Nur Risaleleri’nin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler yüz binlerce kitablar daha belîgâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Saîd yoktur; Saîd’in kudret ve ehliyeti de yoktur; Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.
Mâdem ki: Nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Saîd değil, bin Saîd fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar, mâruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim.
Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa, herkes gibi gâyet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî mânevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben, maddî ve mânevî her şey’imi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur Mekteb-i İrfanı’nın yüz binlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir; ve benim, maddî ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır; yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.
Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i ilâhînin sırlarına akıl erdiremeyerek hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidâyet temennisinden ibarettir. Ben çok hastayım; ne yazmağa ne söylemeğe tâkatim kalmadı; belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetüzzehrâ’nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar. Saîd Nursî”