
Bediüzzaman’ın talebelerine Son Dersi
Bediüzzaman’ın talebelerine Son Dersi
1960 yılı başında Ankara’ya son defa gelişinde Üstad Hazretleri, bütün Nur Cemaatine hitab eden son bir ders kaleme aldırdı. Dâhilde, yani İslâm memleketleri içinde yapılacak iman hizmetinde “müsbet hareketin” ve “manevî cihadın” lüzumunu, bu zamanın siyasetinde ehvenüşşer denilen düsturun tercih edilmesi gereğini ve birkaç mes’eleyi daha tafsilatlı bir şekilde anlatıp ders verdi. Vefatından üç buçuk ay evvel olması hasebiyle bir nevi veda dersi olan bu son ders şöyledir:
“Aziz kardeşlerim!
Bizim vazifemiz müsbet (olumlu) hareket etmektir. Menfî (olumsuz) hareket değildir. Rıza-yı ilâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ:
Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme (baskıya) ve terzile (aşağılanmaya) karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i ilâhiyeye karışmamak hakikati için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselam gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.
Evet, meselâ: Seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin (savcının) yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına (yıkımlara) karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى (kimse kimsenin günahıyla mesul olmaz) düsturu ile ki: ‘Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.’ İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, Âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat (savaşlar) ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.
Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.
Haricî (dışarıdan gelen) tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki (dıştaki) cihad başka, dâhildeki (içteki) cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark, pek azîmdir (büyüktür).
Bir mes’ele daha var. O da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’ân’a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin îcabatından olarak hacat-ı zaruriye (zarurî ihtiyaçlar) dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla (alışkanlıkla) hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret (mecburiyet) var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet (geçim) derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.
Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hatta hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: ‘Biz şimdi mecburuz. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُب۪يحُ الْمَحْظُورَاتِ (zaruretler haramı helal kılar) kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz’ dediler. Ben de dedim: ‘Çok aldanmışsınız. Zaruret sû’-i ihtiyardan (iradesini kötüye kullanmaktan) gelse kat’iyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû’-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamış ise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinâyet yapsa; hüküm aleyhine cari (geçerli) olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünkü sû’-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dâhilinde değildir.’
İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû’-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden (doğan) hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû’-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-ı beşerî de bu noktaları nazara almış ki; ihtiyar haricinde zaruret-i katiye ile, sû’-i ihtiyardan neşet eden (çıkan) hükümleri ayırmıştır. Kanun-ı ilâhîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.
Bununla beraber zamanın ilcaatı ile (zorlamalarıyla) zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek ‘zaruret var’ zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarf etmiyoruz. Bîçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim (gevşemediğim), o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde; şimdi milyonlar Nur Talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.
Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatlar itibariyle, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.
Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-ı tâmme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek; vatan, millet maslahatına tamamen zıddır. Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. ‘Öldükten sonra neşrolunsun’ demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tedkik ettiler; sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz, o beraati tasdik etti. Ben de bunu dâhilde asayişi temin için ve yüzde doksan beş masuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Saîd, meşveretle neşredebilir” dedim.
Üçüncü Mes’ele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i mânevî (manevî bir cehennem) neşrine çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’ân’ın “Rahmeten lil-âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev’-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki; o mânevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Hâlbuki şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur’ânla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ân’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir sûrette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit (aşırı giden) dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmağa başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-i halde yaşanmaz. Onun için Kur’ân-ı Hakîm, bu asırda bir mucize-i mâneviyesi olarak Risale-i Nur Şâkirdleri’ne bu dersi vermiş ki; küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş.
Evet, Çin’i, hem yarı Avrupa’yı ve Balkan’ları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’ân-ı Hakîm’in bu dersidir ki; o hücuma karşı sed çekmiş, bu sûretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.
Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak. Çünkü bir İsevî Müslüman olsa, İsa Aleyhisselam’ı daha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa Aleyhisselam’ı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder (bozulur), hayat-ı ictimaiyeye (topluma) bir zehir olur.
Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’ân-ı Hakîm’in işârât-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arab milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mucize-i Kur’âniye’nin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı sene evvel altı yüz bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş. Demek Risale-i Nur; beşeri (insanlığı) anarşilikten (terörizmden) kurtarmağa bir derece vesile olduğu gibi, İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirmeye, bu Kur’ân’ın kanun-ı esasîlerini (anayasalarını) neşretmeğe vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.
Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’ân’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın i’dam-ı ebedîsi (ebedî yokluğu) ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da i’dam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünkü her bir insan akrabasının saadetiyle mesud, azabıyla muazzeb olduğu (azab çektiği) gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’ân-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine (anlayışına) göre onun bir mucize-i mâneviyesi (manevî mucizesi) olan Risale-i Nur eczalarıdır.
Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki; o eserlerin neşrine mâni olmadı; hakaik-i imaniyenin (iman hakikatlerinin) dünyada bir cennet-i mâneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi (mani olmadı), neşrine müsâadekâr davrandı; nâşirlerine de tazyikattan (baskıdan) vazgeçti.
Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazen men olduğum gibi- men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehvenüşşerr (iki şerden daha hafif olanı) deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsâadekârdır; ehvenüşşerr olarak bakınız. Daha a’zamü’ş-şerden (daha büyük şerden) kurtulmak için; onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun.
Hem dâhildeki cihad-ı mânevî; mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.
Meselâ: Bir parti bana binler vecihle (yönden) sıkıntı verdiği halde, hatta otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azablarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki,
وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى (kimse kimsenin günahıyla mesul olmaz) âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya (şikâyete) hakları yoktur.
Hatta bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû-i fehmiyle (kötü anlayışıyla), dikkatsizliği ile Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu, dediler: “Bu müdde-i umumînin kızıdır” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mucize-i mâneviyenin intişarına (yayılmasına), ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâb etti.
Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlas-ı hakiki ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o a’zamî ihlâsı kazananların pek çok efradı (ferdleri) meydana çıkmış. Benliğini, şan ü şerefini en küçük bir mes’ele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hatta Nur’un bîçare bir şâkirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i ilâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar, isabet-i nazar (nazar değmesi) hükmüne geçip onu incitiyor. Hatta musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor. ‘Senin bu vaziyetin nedir?’ diye soruldu, ‘Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?’ Cevaben dedi:
–Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ: Harb içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîm’in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar!’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.
O kardeşimize sorduk: “Bu acib ihlâsı nereden ders almışsın?”
Demiş: İki noktadan:
Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekât sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselam bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harbde bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riâyet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh u canımızla ittiba ediyoruz.
İkincisi: Kahraman-ı İslâm, İmam-ı Ali radıyallahü anh, Celcelûtiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himâyeci (koruyucu) istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani’ olunmamak için bir muhâfız ifriti (cini) dergâh-ı ilâhîden niyaz etmiş.
İşte bu bîçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk (gösteriş) içinde yuvarlanan bîçare kardeşiniz de; hem Sebeb-i Hilkat-i Âlem’den, hem Kahraman-ı İslâm’dan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına (ince mânâlarına) ehemmiyet vermekle, harb içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.
Said Nursî” [1]